31 Mart 2010 Çarşamba

neden?

okul sıkıcıdır. bizi eğlendirecek herşey kısıtlı zamanlarla sınırlıdır. biz biraz da bu yüzden sürekli birbirimizi ararız. biraz bu yüzden erkenden eve varırız. çünkü dışarda 'sen'in dışında herkes var. biz tek kolu olmadan yaşamayı, sen'in eksikliğinde anladık. biz hep sen'in gelip biz'i tamamlaman için kendimizi yerin dibine soktuk.

bizim zamanlarımız hep yolda geçti. yol bambaşkadır. her köşesi sen'in ihtimalinle doludur. kendimizi ihtimallere kurban etmek zaman zaman canımızı sıktı, doğrudur. ama her şeyin de gizem'lisi makbuldür. bunu sen biz'den iyi bilirsin.

sen'i beklediğimiz zamanlar, hayattan çalınan zamanlarla eşdeğerdir dedi birileri. hiç birilerini dinlemedik. biz aydınlanma düşüncesine gönül verdik seninle. doğru tektir, gerçek tektir. tek olanların hepsi sendedir. çok mutlu olabilen insanlar değildik. belki just two lost... ve bilmeyiz başka ne. doğru zamanlarda yanlış yerlerdeydik. sen çaresizliğin resmini çizebilir misin abidin?

bize deselerdi şayet çiz çaresizliğin resmini diye, biz sen'in portreni çalışırdık. üstüne bir gökyüzü çizerdik belki. gökyüzünde senin adın yazardı. biri gelirdi sonra. üstünü çizerdi yazının. kardeşimiz yazının üstünü çizerdi. hepsi kardeşimiz...

sen biz'in olmaması için elinden geleni ardına koymazdın. biz sen'in yüzünü çevirdiğin yerde cenneti görürdük.

notlar

vapur. 15 mart pazartesi, 12.10-12.30

iki turist karşılıklı oturmuş konuşuyor. onların arkasında oturan tok sesli adam bağırarak konuşuyor. kitap okuyorum (şu an yazıyorsun ama?). son zamanlarda sıkıntıdan vapurda otobüste de kitap, dergi vs okuyorum (aferin). turistlerin yanında bir adam -gıdısı var- onları dinlemiyormuş gibi yapıyor. zaten anlamadığı şeyleri dinlemiyormuş gibi yapması çok saçma. niye öyle saçma bir yüz ifadesine sahip ki? canı sıkılıyor sanırım. sıkılsın. şişmansın, yaşlısın, gıdın var; sevimli olacağına somurtuyorsun, müstehak sana. okumaktan sıkıldım, etrafı seyretmekten bazı yerleri anlamadığımdan kitap da canımı sıktı, anlamadığım şeylere canım sıkılıyor elbet. sus be! üff!

ders. 15 mart pazartesi. 13.30

derste eğitim sistemini eleştirmek? garip. tabii öyle karşılıklı fikir alış-verişine dayalı bir eleştiri değil. bencil. teorik eğitimin öğretmenin ses tonuyla alakalı bir şekil alması? dersi dinleyelim canım, teorik bilgimizi geliştirelim. hijyen! kayıt! dikkat! mikroorganizma! kim? ders abi. kim? stratum corneum!
"gençler mesleğinizle ilgili bulabildiğiniz kadar kaynak okuyun." tabii her şeyi biz yapalım. okumuyorum buyur.
sınıf çok gürültülü sayılmaz (oha delirdim iyice), gençler konuşmanın faydasızlığını kavramışlar. aferin.
"unutuyordum az kalsın, şunu da ekleyeyim". ekle bakalım, slayt slayt ekle, noktasız, virgülsüz, devrik devrik ekle. bir "dekoder" onları düzgün türkçeyle fotokopiye kazandırır elbet. dekoder kim? şu kız. hmm. yaz babam yaz. parmaklarına yazık. dekoder seni hiç sevmiyorum. -hıh umrumdaydı sanki. nasıl olmaz? -okulu bitirince görüşürüz. bence görüşmeyiz.
ellere bak, eğitmen eli. vurgulaya vurgulaya anlatıyor. sanki duvaraq çivi çakıyor. bir kere o eli indir. "burayı çok iyi  bilmelisiniz". başüstüne. eliyle şekiller çiziyor havada, orkestra şefi! "sorusu olan var mı?" soru mu bu? hoho. teorik bir tartışmaya girmek istemiyorum, böyle giderse hiçbir tartışmaya girmeyeceğim. "eyi günler, görüşürüz arkadaşlar". görüşürüz teorik!

sabah. gün belirtilmemiş.
saat 10.30 da uyandım. kahvaltı. çay ve sigara. üstümü giyindim (giyiniyorum çok saçma olurdu). çantayı topla. sikeyim. saçları yaptım. aferin, hala beğenilmek derdindeyim (otobüs şöförüne). dişlerimi fırçaladım, diş etlerim kanadı. sağlıksız bir yaşantının diş etleri kanıyor. obarey!

münevver cacım. (üstü çizilmiş)

vay benim ssk'lı gönlüm,
elin nostaljisi de sana mı düştü? (yılmaz erdoğan)

ahmet hicri içgören (üstü çizilmemiş)

ağrı cumhuriyeti (1927-1930)
hoybun (xoybun)
ağrı ayaklanmaları (1926-1930)

1-(3-sikloheksil-3-fenilpropil) piperidin.
buraya açıklama: not defterine de dersi soktum ya, artık kendimden utanabilirim, teşekkür ederim. tükenmezle yazmışım bi de, siktir git. sayfayı koparmıyorum. tamam.

-bana bıkkınlık gelmedi.. bıktırdılar.
-şimdi ne yapıyorsun?
-"akşamları geç yatıyorum" demek istediğim zaman "akşamları geç yatıyorum" demiyorum, araya bir "genellikle" deyimi katıyorum, eğlenceli oluyor.
özdemir asaf, 157, konumuz düşünmek, yuvarlağın köşeleri.

1
yahu sokak, çok çok insan
tedirgin adımlar, düşünceli cepler
yağmura uygunsuz bir ayakkabı hüznü
çokça beyoğlu insanlar kalabalık
bak yürümek yolun kendisine dert
burası neresi? -insanları çok kafalı bir yer.
burası neresiydi? -elbiseleri yürüyen bir semt.
o nerde? -ayakkabıları burda efendim.
ben? -ellerimi montumda unutmuşum.

2
bu sabah yataksız uyandım, nasıl görsen omurgamı çalmışlar, baktım göğsümde duruyorsun, öyle işte yani, nasılsın?
de ki: neden ben?
çok kitap okudum seni söylediler (adresini verdiler). kant sana biraz burun kıvırdı (bi daha okumadım). eh şopen dedi güzel kız kaçırma. ne demek "neden ben?" canım? asıl neden ben? bu akşam roman giyineceksin benim için lütfen!

3
şimdi nasıl da tatlı olur konuşması,
değil mi ki en çok onun konuşması, türkçe.

4
küçümsenmekten (belki) geç saatte uyurlardı
o saatleri bilirim, uyuyanları küçümserlerdi.

-"taşrada bir evin kız kulesini gördüğü an hissettikleri" yazdım kağıda, güldü. galata kulesi bana dudağını büktü -beğenmedi. onunla aramıza sevgiyi yastık yaptım (gönderme). gözleri narsisin gözleri bana bakıyor, öptüm işte, çok da mühim bir konu değil, okuduğum son güzel kitaptan sonra öptüm onu.

5
tabii onu sevdiğim zamanlar kafiye vardı, redif iyiydi
bir şiir için yalan söyleyecek değilim
fırsatım olsaydı ona şiir okurdum
-kafiyeli-
gülerdiniz,
o gülmezdi, beğenirdi elbet.

6
iradenin tıptaki karşılığı uzun boylu olmak.

7
minyon minyon dolarlarınız mı var?

8
dedim ki: "ey kierkegaard n'aber?"
danimarka kaç adadan oluşuyor bilmiyorum dedi.

9
baylar! herkes çok ciddi ve de aptal.

dipnot: not tutmak bazen iyi olabilir. ne bileyim. biliniz.

yine ortaçgil haftası!

30 Mart 2010 Salı

29 Mart 2010 Pazartesi

ayrılık

"tam olarak istediğim ne biliyor musun" dedim bir anda ona dönerek. "yoğun mutluluklar ve mutsuzluklar yaşamadığım, olup biten herşeye karşı nötr tutum sergilediğim bir hayat." yüzüme anlamsızca baktı ve sordu: " sen ciddi misin?" , "evet kesinlikle ciddiyim" diye yanıtladım. elimi bıraktı. "sana inanamıyorum. sen toplumun sana dayattığı şeyi kabullenmiş, kendini ona göre şekillendirmişsin. marjinaliteden ne kadar da uzaksın." dedi acı acı gülümseyerek.

ona ne cevap verebilirdim ki... hangi birinden bahsedecektim.. marjinalliğin top sakalla beraber bittiğinden mi, en son lise 1'deyken saçımı kırmızıya boyattığımdan mı, yoksa onunla konuşurken gözümün sürekli, otuz yaşına merdiven dayamasına rağmen inatla kaşından çıkarmadığı piercingine takıldığından, bu yüzden kendimi tam anlamıyla ifade edemediğimden mi... ne yapacaktım şimdi? ciddi bir ifadeyle yüzüne bakarak ve gözümü piercingsiz gözüne çevirerek şöyle söyledim:

- biliyor musun dostum? sana sadece gülüyorum. (oh yeah dedim burda içimden, nasıl da rapçi gibi konuştum oh yeah) şu haline bak. şu küpelerine, şu dar pantolonuna bir bak. bu mudur senin olayın! böyle marjinallik yerin dibine batsın. ulan seni anamın babamın karşısına nasıl çıkarıcam ben? sirkten mi buldun bunu demezler mi adama?

-evlilik toplumun dayatma....

-sıs! sıs artık! daha fazla küçülme. ben lisede kurardım böyle cümleler. sen liseyi bitireli nerden baksan 10 yıl olmuştur. hala bıdı bıdı konuşuyorsun evlilik şöyledir böyledir diye. bana açık konuş yavrum. de ki: "çalışmak g.tüme zor geliyor yeaa. her akşam eve gitmek kadar sıkıcı birşey de yok. serserilik, zibidilik peşinde koşmak istiyorum hayat boyu" dürüst ol canımı ye. ama yok, bulmuşsun kendine ideolojik bahaneler, birtakım gerçeküstü düşünceler, marjinalim diye ipsiz sapsız zağar gibi geziyorsun. marjinallik karın doyurmuyor olm. bir kaç seneye marjinal dilenci olursun, ben seni uyarayım. sonra demedi deme...

-marjinal olmak toplumun dayatmalar....

- seni terkediyorum. küpenden de, piercinginden de, senden de ayrı sıtkım sıyrıldı. al kaldın böyle marjinal marjinal. ben kendime eli yüzü düzgün, işinde gücünde bir adam bulmaya gidiyorum. helal süt emmişi tercih olunur.

- ama marjinal...

-bak hala!

gitar solosu girdim okul yolunda [cover]

27 Mart 2010 Cumartesi

terimler sözlüğü

freş: her şey kontrolüm altında.
başarılı: güzel, gideri var.
olur: tamam, evet, haklısın.
beyaz türk: zengin.
köylü: kısa boylu (oha).
mal: duygusal.
kotarmak: (kibarlaştığımda) iyiyim. "bugünü de kotardım vesselam."
velhasıl-ı kelam: konuyu kapatıyorum.
iyidir iyi: susturma ifadesi.
uçmuş: aşık. leyla. duygusal.
ergen: saf.
çılgın: enerjik.
bunaldım: etrafta hoşlanmadığım kişiler var.
taksim: hava almak.
bebe: sevilmeyen sosyal adam.
agresyon yaratmak: kızmak, sinirlenmek, hatta bağırmak.
gerginlik yaratmak: ciddi açıklamalarda bulunmak, ciddiye almak, ciddileşmek.
naif: iyi ve kibar insan.
sevimli: sempatik gibi ama değil.
zengin: siktir git burdan.
emre kongar: havasından geçilmeyen, dayaklık, bilgiçlik taslayan.
mevzu: ciddi olunması istenen konu.
süleyman: gereksiz adam.
oyş!: yavaş gel.
efendime söyleyeyim: bu konuya çok hakimim, dinlerseniz sevinirim.
leş: değersiz, saçma, tüm olumsuz sıfatlar.
slayt slayt konuşmak: çok hızlı ve boş konuşmak.
para var: içelim. içel.
sayko: dengesiz.

gitar solosu girdim okul yolunda

tramvaydan fakülteye yürürken sek solo girdim. nasıl da girdim, beyazıt buharlaştı. kubbelerde uğuldar baki, çeşmelerden akar sinan. kantinin önüne gelince "sigara" diyen bir okul sakininin kafasına air gitarla vurdum. iyi oldu. air gitarla adam döven biri oldum çıktım, zevkli ama.

26 Mart 2010 Cuma

http://2010.blogodulleri.com/

bence çok fena kazanırız biz bunu! hem de ülker'den lezzet paketi hediyesi var. tanrım,çok şirin!

laaaaaaan!

okul bitince ne olacak?

çılgın şeyler olacak. bizlere yaşadığımızı anımsatacak şeyler olacak. dinimiz imanımız para olacak. bazılarımız dükkanı açıp köşeyi dönerken, bazılarımız ales hazırlık kitaplarına gömülecek. (bu noktada ağlamamak için dudağımı ısırıyorum)

diyelim, bu zavallı çingenetor es kaza ales'ten mükemmele yakın bir puan aldı, alamaz da olur ya aldı, sonra doktorasını ingiltere'de tamamladı ve sılasına döndü, dönmez ya hadi diyelim ki döndü. sonra sonra, artık nasıl becerdiyse boğaziçi üniversitesi'nde (yazları hisardan aşağı kaptırarak denize girmek, ne hoş) kadro aldı. felsefe bölümünde 'nihil nihil gezmek' isimli dersi veriyor. dersi sadece üç kişi seçmiş.

ya o değil de ben bunları düşündükçe gülümsüyorum, sadece gözlerimi uzaklara devirip bakıyor ve gülümsüyorum. ne işim var lan benim kürsüde falan? kürsüye çıkmasam da olmaz ki.. zira, sınıfta dolaşarak ders anlatsam, minyon tipim ve sevimli hareketlerim yüzünden, sınıfa giren bri beni öğrenciye benzetebilir, saygı maygı göstermez. kürsü şart.

hadi diyelim kürsüye çıktım, ne anlatıcam ben bu çocuklara şimdi? nihil nihil gezmek diye ders mi olur allesen? hem ben muhtemelen, birşeyler anlatmaya başladıktan on dakika sonra kendi sesimden sıkılıp, 'hadi bir ara verelim çocuklar, bu arada bana da bi sigara atsana kenks' derim. 10 dk ders işleyip, 45 dk ara veririm. rezil olurum, insan içine çıkamam. vizelerde soracak soru bulamam. boş kağıt verip, risk budur yazanlara 100 veririm. yaparım bunu.

sonra da disiplinsizlikten ve nihil nihil gezmekten üniversite yönetimi bana soruşturma açar, hocalıktan azledilirim. ağlarım hep.

en iyisi benim kpss'ye hazırlanıp, içişleri bakanlığı'ndan da bir torpil ayarlayarak, ankara haymana'ya kaymakam olmam. hiç olmazsa annem,babam dosta düşmana hava atar, 'bizim kız da haymana'ya kaymakam oldu. bir güzel tayyörleri var ki, allah nazardan saklasın' diyerek çirkinleşir. güzel anam, kadın anam...

"özür dilerim sağlık problerimden dolayı bugünki köşemi yazamadım" ÖZÜR DİLEYEN ÜNLÜ YAZAR

köşeyi doldurmak zorundaydık ne yapalım yani? biz de yazarımızın eski işlerini koyduk, çoğunuz da hiç farketmediniz, hehe.

23 Mart 2010 Salı

feti$

beni seyrederken

telefonum çaldı. olur olmadık zamanda çalması canımı sıktı sanırım. telefona bakarken arayan kişiden de memnun olmadım. böyle kişiler beni aramamalı. rahatsız olduğum açık. üç kere tamam dedim, olur dedim, sorun değil hallederiz dedim. bak sen şu işe, nasıl halledecek mişim? bugün gayet iyi görünüyorum, görüntümden memnunum, tavırlarım gayet rahat. arada bir dalıp gidiyorum bir yerlere, sonra bir muhabbet ilgimi çekiyor ve hemen fikirlerimi söylüyorum. bunları nerden bildiğime şaşırıyorlar, nasıl da şaşırtıyorum ama, şaşırmalarını hoş karşılamıyorum. latifelerim geliyor, gelsinler bakayım, bir kısmını anlamıyorlar, olsun açıklayacak değilim. sol elimle saçlarımla oynuyorum, kaşınıyor olması gerek, ha o nokta hep kaşınır, dikkatli kaşımalıyım kepek dökülmesin ordan. boynumu sağa sola döndürüyorum, yan oturmaktan ağrır hep. ellerimi belimde birleştirip, gerilmeye başlıyorum. sıkıldım demenin beden dili bu. hoho. sigaraya uzandım, kaç sigara kalmış saysam iyi olur, göz ucuyla 7-8 sigara kaldığına karar veriyorum, otlakçılar! sigarayı yaktım, yaktıktan sonra bir şeyler söylersem karizmatik olabilirim, bu kez söylemiyorum, sigara dumanını ciğerlerimde uzun süre tutmakla meşgulum, öksürmem inşallah, rezil olmayalım. olmam.

"ben hasta bir adamım" diyor dostoyevksi. o an aklımdan geçen cümle, bu kitabı okuduktan sonra tavırlarımda dengesizliklerin olduğunu ben hariç kimsenin bilmemesi ne hoş. myanmar diye bir ülke varmış, komor diye  de ülke var, bunlara şaşırıyor olduğumu da o an kimse bilmiyor, hatta batı çin'in yüksek platolarından doğu çin'in düzlüklerine hoplaya zıplaya gittiğimi de bilmeyecekler. biri anladı sanırım, nerden anlayacak? yapmacık gülümsedim. zayıf fikirlere ve de minimal absürtlüğe hep yapmacık gülümserim, bunu da bilmiyorlar. bakışlarımda cinlik var şimi de, bir şeyi aşağıladığım kesin. öyle bakmamalıyım kırabilirim insanları, alışıktırlar benim tavırlarıma, kabullenilmiş olmanın verdiği rahatlık. sigarayı çay bardağında söndürüyorum, tırnaklarımın arasına kül dolmasından hep tiksinirim, "cosşşşşş" suyla buluşan ateş.

gidip kendime "naber?" demeliyim. beni gördüğüme sevinirim. rahatsız da olabilirim, şu an kimseyle karşılaşmak niyetinde değilim. beni gördü sanırım, asdjfsfada, oha, geliyorum kendime bana doğru. dur gelme böyle çok eğleniyordum, ya bozmasana oyunu, sıkıldın mı hemen?

bu ne lan?

22 Mart 2010 Pazartesi

20 Mart 2010 Cumartesi

ahahahaa! duramıyorum!

her gün izlediğim yol

bulantı

...halka oluştu binlerce halka birbirinin içine girdi içinden geçti birbirinin kolları birbirine değdi kolları itti birbirini kelimeler geldi saatler oldu ki bir tek kelimeler vardı kelimeler varken şarkılar raflara kaldırıldı şarkıların olmadığı yerde ne işin vardı ne işin vardı aşkın olmadığı yerde onun olmadığı yerde ateş yoktu güneş yoktu buza çalan buzdan katı aptal suretler sardı etrafını söyledikleri yersizdi gereksizdi söyledikleri söylediği her şeyi biliyordun zaten sen her şeyi bilen ve görendin sen gözlerin seni görmeyi beklerken başkalarına attığı kaçamak bakışların bedeliydin geçmiş ve gelecek günlerimizden çalandın beklenendin kapıyı çalmadan girendin kapıyı çarpmadan gidendin vücut seninle ruh bulmuştu senin arayışında yerinden yurdundan kovulmuştu senin günahının vebalini değil cesaretinin bedelini ödedik oluştan beri herşey bir yerinden sana bağlanıyordu biz bir bebek özleminde sana bağlanıyorduk masalar kurduk sana masallar okuduk zikzaklar çizdik yalpaladık duvarların arkasına saklandık biz saklandıkça duvar büyüdü duvar diğer ismindi severdin biz de seni severdik baktığımız her yüzde seni görürdük gözlerimiz kamaşırdı gözlerimizi kapardık sonra eğilir secde ederdik gördük bildik amenna...

13 Mart 2010 Cumartesi

engel'li

Bir bardak kahvesini aldı ve oturdu düş kırıklarının çıplak ayaklara battığı, virane sokağına bakan penceresinin kenarına.. ara sıra kendini ziyarete gelen necdet’in sardığı kaçak tütününden ziftlenmek çekti canı.. bir de yağmur başlamıştı ki, o biçim.. sigarasından bir nefes, kahvesinden bir yudum çekti ve yine o günü düşünmeye başladı: tam otuz sene öncesiydi, yağmur yine o günkü gibi çıldırmışçasına yağıyor, uzun sakallarının her telinden damla damla parkasına düşüyor, içi üşüyordu.. meydandaki eylemde yerini almış sol yumruğu havada bağırıyordu.. o gün her zamankinden farklıydı, tüm arkadaşları ayrı bir şevkle bağırıyor, sloganlar atıyordu. Bu da onu daha bir aşka getiriyor, gözünü karartıyordu.. zaten başına ne geldiyse o kararmış gözler, gereğinden fazla aykırı sözler yüzünden gelmemiş miydi??? Ağzından fışkıran tükrüklerle bulanmış küfürler hep aynı tarafa savruluyordu. Onca sesin arasından anlaşılan tek kelime: “kahrolsun!!!”… Ama ortada kahrolan hiçkimse ve hiçbir şey yoktu.. insanlar duruldu,kalabalık yine olaylı bir şekilde dağıldı, “herkes evine”ydi artık. O ise herkesin aksine, arkadaşlarıyla takıldığı kahveye giden ara yola sapmıştı. Nerden bilecekti küfürlerinin hedefi olan grubun birkaç kişisinin peşinde olduğunu.. köşeye kıstırdılar,boğazına çöküp yarım saat öncesine kadar havada olan sol kolunu bükerek dudağını patlattılar… haliyle rota değişmiş,kahve yerine tıp fakültesi öğrencisi olan arkadaşlarının birkaçının kaldığı ev olmuştu.arkadaşları bu hali görünce ellerinden bir şey gelmeyeceğini anladılar ve hastaneye götürdüler…dudağına pansuman,koluna alçı işlendi… evine döndüğünde karşı konulmaz bir acı hissediyordu. Aldığı ağrı kesicinin haddi hesabı yoktu, o gün ettiği küfürler gibi.. bir ara sızdı. Sonra kapının kırılasıya çalınmasıyla irkildi.
-kim o?
(gümmmmmmmmmmm!)
Sonrasını hatırlamak istemiyordu,zaten hatırlayabilmek de uzun zaman almamış mıydı???
Tam otuz yıl geçmişti.. yine bir kapı sesiyle dağıttı beyninin orta yerindeki sisi…
-kim o?
-benim,necdet.
Oturdular, birer sigara tellendirip eski günlerden kalma hikayeleri hatırladılar, gözlerini doldurup içlerini boşalttılar… necdet sağı solu toparladı biraz. Nerden baksan iki haftalık bulaşıkları gördüğü mutfağa geçti. her zamanki gibi çöpler birikmiş,günlerdir penceresi açılmayan bu karanlığa çöp kokusunun yanında rutubet kokusu da eklenmişti.pencereyi açtı. içerdekinin hatıralarını nemlendiren yağmur mutfağın camından içeri girip yerdeki çulu ıslattı. Necdet ise tezgahtaki kan damlalarını temizlerken düşünüyordu:
“yine dişleri mi kanadı acaba,yoksa düşleri mi???”
Sorusuna cevap almak için içeri geçti… fakat O sandalyesinde uykuya dalmış, hatta yine küfür içerikli sayıklamalarından birine yamanmıştı.. üstüne bir battaniye örttü, usulca ceketini alıp tam çıkıyordu ki yine unutmadı arkadaşına sigara sarmayı… çünkü O kendi sigarasını saramazdı, çünkü sol kolu, tıpkı kitapları ve gözündeki karartıyla birlikte otuz yıl önce köhne bir öğrenci evinde kalmıştı… bu kez kapının kapanmasıyla uyanan “O”, necdetin bıraktığı sigaralardan birini yaktı, soğuyan kahvesini tepesine dikti, sigarasını küllüğüne basıp perdesini çekti ve yeniden uykuya daldı...

not: bu yazı sınıf arkadaşım "yes men" grubumuzun ahmet kaya'sı, blogumuzun da takipçisi olan KETENCİ BEY tarafından kaleme alınmıştır. kendisine olan saygım şu an bin kat artmış durumda, yüreğine sağlık. editörlük yapmadım, yazıyı olduğu gibi bloga koydum, böyle daha iyi, daha sıcacık. adamımsın! 

12 Mart 2010 Cuma

ahkam 6 sizlerle!

Şimdilik Taksim Mephisto'da.

şu sıfata bir bakın a dostlar. şu yüzdeki ifadeye bakın. düşünün bir. oturuyorsunuz, böyle melul melul, üzgünsünüz belki, belki naçar kalmışsınız. sonra kafanızı bir çeviriyorsunuz, böyle bir yüzle karşı karşıya kalıyorsunuz. durup dururken manasızca sırıtıyor. böyle ev arkadaşı olsun insanda ne gam kalır ne keder. tipe bak. üzüntümü yaşatmadı bana be!

11 Mart 2010 Perşembe

geldiler

salon.

artık gelmeyeceklerini sanıyordum. her şeyin içinde biraz onlardan vardı. kapı açılıp gireceklerdi içeri. şüphe bırakmayacak bir saatte. az kalsın unutuyordum, ne zaman gelecekleri söylense, bir gizemli hava eserdi. onlar. yani canım, onlar.

hobo: geldiler efendim.
efendi: kimler?
hobo: onlar canım.
efendi: kimlerden bahsediyorsun? bazen anlamsız şeyler söylüyorsun hobo.
hobo: siz onları bilmiyor musunuz?
efendi: siz çok garip bir adamsınız. niye sizi dinliyorsam artık?
hobo: peki. siz onları bilmiyorsunuz. nasıl olur? oysa onların hikayeleri hep anlatılırdı, şehrin büyük kapısından girecekleri söylenir. nasıl olur?
efendi: siz... siz gerçekten... ne diyeceğimi bilemiyorum. lütfen bu konuyu kapatır mısınız?
hobo: neden birden kibarlaştınız? siz de onlardansınız. insanları kibarca küçümsersiniz. temkinli bir şekilde.
efendi: sizi küçümsediğimi de nerden çıkardınız?
hobo: halen devam ediyorsunuz 'sizlere'.
efendi: peki! seni dinliyorum. kimlermiş onlar?
hobo: ben alıngan bir insanım, biliyorum. bu alınganlığım sıkıcı bir insan olmamın da sebebi. neyse efendim geçelim. sahi merak ediyorsanız onları, anlatayım size onları.
efendi: dinliyorum, demek geldiler, o halde onları bilmemek olmaz!

(hobo masanın üzerine çıkar, sağ kolunu bir şey tutuyor gibi yapar, sağ dizini de hafifçe kırar, sol ayağına yüklenerek ayakta durur, başı kibirli bir tasvire uygunca diktir.)

hobo (didaktik bir edayla): onlar bu dünyayı güzelleştirecek olanlardır! her insanın istediği şeyi vereceklerdir. tatmin olmayan kimse kalmayacaktır, kimse! biri komşusundan mı memnun değil? hemen memnun edecek bir komşu verilecek. mutsuz mu insanlar? insanlar mutsuz mu? mutluluğa doyacaklar. onlar geldiler efendim. evet işte onlar! tanıtıyorum onları size! işte YÜCE O, insanları boş oturmaktan kurtaracak kişi, can sıkıntısını alacak kişi, kahkahaları getiren YÜCE O, sana şükürler olsun! şükürler olsun, verdiğin nimetlerle bizleri zevk alemlerine daldırdığın için.
efendi (hobo'yu gömleğinden çekerek) : inin lütfen masadan!
hobo (efendiyi duymaz): geleceklerini söylemişlerdi! kimse inanmamıştı! aslında inanıyorlardı, inançları zayıf olduğundan buna ihtimal vermiyorlardı -bu ihtimale en çok inancı zayıf olanlar seviniyordu! heyhat! çocukluğumdan beri onların masalları ile büyüdüm, biliyordum geleceklerini, biliyordum! geldiler işte!
efendi (bağırır): lütfen inin masadan! kendinize gelin! kendinize!
hobo (sesini iyice yükseltir): ha-ha! işte geldiniz! hoş geldiniz! selamlar olsun sizlere. nasılsınız? ben iyiyim gördüğünüz gibi. sizleri beklerken hiç yaşlanmadım. ha-ha! sahi neden bu kadar geç kaldınız? affedin, bağışlayın sizleri sorgulamak benim ne haddime! nasıl ne haddime canım? nerdeydiniz ha? ben sizi bekledim, en çok ben bekledim, neden gelmediniz bunca zaman? neden 'sizler'? ha-ha-ha!
efendi (masaya çıkar): hani nerdeler?
hobo (efendiye döner): kimler? neden bahsediyorsunuz siz? (şaşırır).
efendi: onlar canım, hani nerdeler?
hobo: onlar mı? ha onlar canım, çok beklerseniz onları! (salondan çıkar gider).

efendinin çalışma odası.

ben birkaç hikaye biliyorum. anlat diyorlar anlatıyorum (bazen abartıyorum özür dilerim). nedendir bilinmez beni dinliyorlar. onlara hikaye lazım. seyircilere hikaye lazım. insanlar dinlerler, şaşırmak için, kıskanmak için, öykünmek için, küçümsemek için, ağızlarını bükmek için, bazen başlarını sallarlar; ben o anda heyecanlanarak hikayelerime devam ederim. o anda yaşamadığımı kim söyleyebilir? yaşamak bahsini açmamalıyım, önemli bir şey söyleyeceğim sanılıyor, sanılmasın, yaşamak işte canım, öylesine bir şey. değildir belki. güzel şeyler düşünmeliyim artık. evler, arabalar, aşklar, sıcacık şeyler. neden düşünmeyeyim? hem bunları kimse küçümsemez, takdir edilirim. ben de takdir edilirim elbet, güzel düşündüğümde. güzel. ama neden iyileri kötüler daha çok sever? kötülerdir asıl sevenler, belki yanılıyorumdur, iyiler sevemez, iyilerin sevgisinde acıma vardır, kalplerinde bir yumuşama vardır, oysa kötülerin kalpleri? yoktu değil mi? kalp konusunu da açmamalıydım, duygusal bir şeyler söyleyeceğim sanılır, sanılsın canım, şu anda kimse duymuyor bunları (tabii canım). efendi bana bakıyor, baksın, susmak iyidir, hem sustuğumuz söylenemez, o da konuşuyor kendi içinde, ben de, böyle konuşanları rahatsız etmeyeceksin! bu adamla iyi susuluyor ha, düşünmeye zorluyor seni bu suskunluk, beni.

efendi: o kadın, hani anlatmıştın, sahi nasıl tanışmıştınız?
hobo (sonradan duymuş gibi): şey... (zaman kazanır) tanıştığımızı nerden çıkardınız? ben öyle bir şey söylemedim.
efendi: hiç tanışmadınız demek. seni iyi dinlememişim! hmm...
hobo: evet. (hmm evet)
efendi: anlatsana onu?
hobo: o ne kadar çabuk anlatılabilen bir hikayeye dönüştü sahi. önceleri boğazımda bir şeyler düğümlenirdi, hayalimde canlananlar da büsbütün beni hüzünlendirirdi, sonra onu anlatmayı öğrendim efendim. hep anlatır oldum, anlattıkça onu değil, o'nun hikayesini sevmeye başladım.
efendi: bu hikayende masaya çıkmak yok değil mi?
hobo: hayır efendim, yere kapanarak anlatacağım onun hikayesini (güler). onun hatırasına saygı da kusur etmemeliyim.
efendi (gülümser): nuktedarlığın üstünde, sen nasıl gülüyordun, 'ha-ha!' mıydı?
hobo: evet efendim. ha-ha! gülemeyenlerin gülümsemesi. gülümsemek neden mistik bir çağrışım yapıyor efendim? neyse, buna sonra döneriz! başlayalım ona. zaman vermeyeceğim (hatırlamıyorum doğrusu). onu ilk kez, evimin üç sokak aşağısında bir markette gördüm. akşam üzeriydi (hava da şöyleydi desem mi acaba, boşver), düşük kalorili atıştırmalık bir şeyler alıyordu sanırım, ya da onun zarif bedenine bunları uygun görmüş olabilirim, önce her kadını uzaktan seyrettiğim gibi onu da göz ucuyla seyrettim, sonra o benim bulunduğum tarafa doğru yöneldi, bakışlarımı hemen kaçırdım (nereye?). bir an benim ona baktığımı gördüğünü ve bundan rahatsız olduğunu sandım ve beni uyaracak sandım -bazı seyretmelik kadınlar böyle yapabiliyorlar efendim. beni görmedi bile. ha-ha! sonra (sonra mı?), tekrar o etrafına bakınmaya başladı, bir şey arıyordu sanırım, çalışanlardan birine sormayı düşünmüyordu, daha da sevdim onu (saçma). birden ben ona bakarken, o da bana baktı, sanki şaşırmış gibiydi, yüzünde öyle sevimli saf bir ifade vardı ki, gözlerini kocaman açmış bana bakıyordu (ya da ben öyle sandım), bakışlarımı kaçıramadım, birkaç saniye bakıştık (liseliler gibi). içimde bir şeyler akmaya başladı, ben böyle bakış, böyle yüz ifadesi görmedim efendim! yemin ederim görmedim. kimse bana böyle bakmamıştı, ben de ilk defa gözlerimi kaçırmamıştım.
efendi: ve aşık oldum deme sakın!
hobo: biliyorum, böyle saçma aşk olmaz efendim. bir ifadeye aşık olunmaz değil mi? olunmaz tabii, bir fotografa aşık olmak gibi olur. böyle söylediğime bakmayın, günlerce bu bakışı düşündüm ben, bir türlü kafamdan atamadım bu şaşkın, saf, sevimli ifadeyi, bir yüze bu kadar ifade nasıl sığar efendim? hem de benim gibi bir adama bakarken?
efendi: sonrasında ne oldu?
hobo: hiç! tabii oldu bir şeyler ama sonuç olarak 'hiç' tabii. bilirsiniz ben 'sonuç olarak hiç' derim hep. onu takip ettim efendim, evini öğrendim, evimden üç sokak ötede iki katlı müstakil bir evde oturuyordu. bahçesi vardı. bahçe kapısı camii kapıları gibi üst tarafı kavisliydi. evini de sevmiştim. bahçesini de sevmiştim. ben onun her şeyini sevmiştim (oha).
efendi: en azından aşkınız için çaba göstermişsiniz! ha-ha!
hobo: evet efendim, onu takip ederek, ne yapar ne eder öğrenmeye çalışarak ona olan aşkıma sadık kaldım. bir ara çok sıkıldım bu uğraşıdan, uğraşı dediğime bakmayın benim gibi bir avarenin uğraşıları da böyledir. gönül meseleleri efendim. bir bakışın peşinden gitmek.
efendi: sen, sen kelimelerin yetersiz kaldığı adamsın hobo!
hobo: biliyorum efendim. biliyorum. olsun aşk böyle de olabiliyor işte. biliyor musunuz onu ben terkettim. ha-ha! sıkıldım dedim senden, hakkında daha fazla şey bilmek istemiyorum dedim, cumartesileri evden kaçtan çıkarsın önemi yok dedim, o markete de lanet olsun dedim, şaşkın-saf-sevimli bakışını da istemiyorum dedim, tabii kendime.
efendi: eğlenceli de olabiliyorsun!
hobo: masaya çıkayım mı? ha-ha-ha! işin aslı onu bir adamla gördüm. yan yana yürüyorlardı.
efendi: sevgilisi miydi?
hobo: bilmem. bana düşmez dedim, benim aşkıma ihanet eden bir kadına nasıl güvenebilirim efendim? bir adamla yürüyemezsin dedim akşam vakti, terkettim onu.
efendi: masaya çık! masaya!
hobo: eğlenceliyim eğlenceli! masa! masa da masaymış ha! (kaybolur)
efendi (kaybolmadan önce): bu adam deli!

7 Mart 2010 Pazar

6 Mart 2010 Cumartesi

ayıl

insanlar ikiye ayrılır: olayları kabullenebilenler ve kabullenemeyenler. olayları kabullenenler,miktarı her ne kadarsa,bir nebze hayal kırıklığıyla yollarına devam ederken, kabullenemeyenler için hayat o kadar da kolay olmayacaktır. ihtimaller denizinde yüzenlerdir kabullenemeyenler. bu insanlar realiteye savaş açmıştır, gerçekliğin üstüne üstüne gidip ağzına sıçmak isterler. hiçbir şeyle de yetinemezler. sürekli hayattan alabileceğin her şeyi almak diye cümleler kurarlar. sıkıcılardır bir de. sürekli yeni planları, yeni beklentileri vardır. hızlarına ayak uyduramazsınız. sizi yorar, kendilerini nefessiz bırakırlar.

sufi olmaları bundan.sanıyor musunuz ki kabullenenlerdir kırklara yedilere karışanlar. tam aksine, ruhunun tatminsizliğiyle baş edemeyenler kabullenemeyenlerdir. bakarlar çıkacak yol yok, dünyayı satmaya başlarlar. öfkelerini öldürürler ilk önce, sonra gururlarını, en son kinlerini. kin duymayan insandan korkmalı. çünkü sokakta çarpınca özür dileyeceğiniz türden insanlar değillerdir, sokaklarda değillerdir. herşeyin merkezindedirler ama yanınıza bile yaklaşmazlar. duygu kırıntılarını bulamazsınız. kendilerine sapladıkları iğneleri göremezsiniz. iğnelerini geldikleri yerden getirmişlerdir. ruhları toplayıp götürürler. çaldıklarını size göstermezler. aşık olduklarında çekilmezler. aşık olduklarında çekemezler. içine girdiğiniz an çıkamadığınızdır kabullenemeyenler. bırakmak istemediğinizdir. yanınızda taşıdığınız, şehirlere sığdıramadığınızdır.

yazamazlar bazen. bazen konuşamazlar. konuştuğunda söylediklerinin hatırlanmamak üzere raflara kaldırıldığıdır. dünyanın en büyük acılarını çektiği konusunda emin olmanızı isteyendir. acılarınıza gülüp geçendir. gözünüzün görmek istemediği, gönlünüzün katlandığıdır.

ilaçların işe yaramadığı andır. olmayan anılarınızdır.

5 Mart 2010 Cuma

hiç iyi değilim

hayattaki en büyük korkum vapurda sürme iskeleyi iterlerken ayağıma çarpması ihtimali

göreneklerimiz

eskilerden

4 Mart 2010 Perşembe

görmediğim rüyalar ülkesi

evde oturmuş kendi kendime komiklikler yapıyordum. fotoşop kullanmayı bilseydim, "pink floyd'un duvarı" diye bir şey yapacaktım, duvarın üstüne "faşo aga" filan yazacaktım. sonra vazgeçtim çok saçma geldi. daha da kötüsünü düşündüm, "system of a down'un halısı". soad'ın konserlerindeki halıları düşünerek burdan bir mizah ögesi çıkartılabilir dedim. "halıya basma serj!" diye bağıracaktı nejat uygur. aylak adam'a uzandı elim. parantezleri gördüm, yıl 1959 dedim. "çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. sinemadan çıkmış insan. gördüğü film ona bir şeyler yapmış. salt çıkarını düşünen kişi değil. insanlarla barışık. onun büyük işler yapacağı umulur. ama beş-on dakikada ölüyor. sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar." syf. 18. aylak adam'ı kafama yerleştirdim, kendi düşüncelerime gülüp geçtim.

21. yüzyılın ilk çeyreğini düşünedurdum. ben bu çeyrekte sabahlıyorum. yüzyıl insanlarını son terim eksi ilk terim artı bir diye hesaplayarak anlamaya çalışıyordum; tam 60 yaşında ölüyorlardı ve bir yüzyılın son çeyreğini ve bir sonraki yüzyılın ilk yarısını yaşıyorlardı. onları yapışkanlı kağıtlarla -renklere göre- isimlendiriyordum. delirdiğimi düşünüyordum; 16. yüzyılda uykuya daldım. iyi oldu! tam bir 18. yüzyıl insanı olan fransızca bir ismin üzerine "gözleri pörtlek bir tablosu olan erkek önemli bir şahıstır, descartes'ten beri bu böyledir" yazdım. daha da saçmalayacağımdan korkup düşünmeyi kestim, insan kendi düşüncelerinden bile utanmayagörsün!

"evde" diye bir şiir kitabı yazılmış, çok satmış "-de bulunma ekindeki sakinliği insanlar şaşkınlıkla karşılamış" diye bir hayale tutuldum. işte zıvanadan çıkmış, saçmalama eşiğini aşmıştım. "benim kara mizahım ve kötümserliğim üzerine saksonca düşünceler" diye otobiyografi yazdım. bunların bir anlamı olmalı mıydı sahi? kuşkuyla realizme sarıldım, uyudum (yan anlamı: düşünmeyi bıraktım). realizm de olmasa kim gelip bizi kurtaracak, büyük kurtarıcı realizm. peygamber akıl, vahiy meleği sezgi. kendi sonuma nokta koymayı akıl ettim (bu cümlemi bir sersem çok beğenir diye düşündüm). "evde" ve "oturmuş" düşünmenin bir anlamının olmamasından, fayda zarar gibi realist, pragmatist "diyet"lere (düşünce diyeti) uyamamaktan utanıyordum. ben normal şeyler düşünemiyordum, sonunda kahramanların hepsi bir ağızdan "öldür bizi de bitsin bu hikaye" diye bağırıyorlardı, ben de "sürüneceksiniz" diye tiranlaşıyordum. bir hayalin sonuna varmak için tüm olumsuzlukları geçip mutlu sonu görmek için bu hayallere devam ediyordum; bu hayali ben kurduğum halde bir an önce mutlu sonu görmek için sabırsızlanıyordum. mutlu son: ben oturduğum yerden kalkıp elimi yüzümü yıkıyordum.

"görmediğim rüyalar ülkesi" diye bir kitap ismi buldum. sonra bu işte ilerdiğimi, yazarların bana kitap ismi bulmam için yalvardığını tahayyül ettim. fantastik bir kitaba "alevden köşk" ismini koydum. bir aşk romanı konuldu önüme "acıkmak" koydum adını. bu işte tekel haline gelmiştim. edebiyat ödüllerine bir ödül daha eklendi, "orhal kemal 'isim babası' ödülü" verilmeye başlandı. isim babası ödülünü tabii ki hep ben alıyordum, evimin her yeri ödül dolmuştu, sonra bu işi özümseyecek bu işte ustalaşacak çıraklar yetiştirmem gerektiğine karar verdim. sonra ki aşama da "onur ödülü" oluyordu, onur ödülünü de ben alarak bu sahifeyi kapattım.

o gün evde oturdum çok saçma şeyler düşündüm. özür dilerim.

3 Mart 2010 Çarşamba

2 Mart 2010 Salı

lucy in ümraniye with diamonds

◄███▓▒۩۞۩ arıza radyo ۩۞░▒▓███►

merhabalarrrrrrrrrrrr! ben dj zen! şu anda efemine koyayım arıza radyodasınız! önce bir şarkı ile başlıyoruz, ondan sonra sohbete geçelim canlarım. evet sayın dinleyeciler açılışı david gilmour'dan smile ile yapıyoruz. ilerki dakikalarda neşelenmek için offspring çalabiliriz. huzurlu ve oturaklı bir şeyler duymak istediğinizde de camel çalarak gönülleri fethetmeyi düşünüyoruz. heyyooooo!

evet, ümraniye-taksim yolculuğumuz başlamak üzere. bu yolculuk hermann hesse gibilerin hindistan yolculuğuna benzetilebilir, huzur ve kaçış. size ümraniye hakkında birtakım şeyler söylemek zaruriyeti içindeyim, ümraniye geç gelmekle alakalıdır. geç kelimesi ümraniye inkılap mahallesi tarafında, ferit devellioğlu tarafından bulunarak saksoncaya kazandırılmıştır. sözlük yazarlarının, antropologların ve sosyologların ümraniye'de birçok keşif gezisine çıktığını biliyoruz, şerif mardin efendi beyzade 1 mayıs mahallesi hakkında "half-lightened insanların yaşam alanı" ifadesini kullanırken, 1 mayıs mahallesindeki her evin duvarındaki ibrahim kaypakkaya, tikko, tkp/ml afişlerini, grafiti ve siyah boyayla gelişigüzel yazılmış yazıları örnek göstermişti. ümraniye'de fen bilimleri alanlarında da birtakım çalışmalar yapılmıştır, özellikle mimarlar ümraniyenin gotik ve rönasans sonrası mimarisine ilgi duyuyorlar, ünlü mimar renzo piano ağaoğlu ve ekşioğullarının ortaklaşa yaptığı "ümraniye tower"ın mimarisine hayran kaldığını söyledi bir röportajında. ümraniye tower, son teknoloji ile donatılmış -saati ve hava sıcaklığını gösterebiliyor- ve ümraniye'nin merkezine muazzam bir görsellik kazandırmıştır.

emre kongar: "demokrasimizin can damarı ümraniye'dir" demiştir. hasan bülent kahraman ise "ümraniye, niye?" yazısında, "ümraniye insanı türkiye siyasetinin dengeleyen unsurudur" demiştir.

ümraniye-taksim yolculuğumuzun 15 dakikasındayız. şu anda göztepe köprüsünde bulunmaktayız. göztepe köprüsü, istanbul trafiğini önemli ölçüde hafifleşmiştir. bu köprüde inecekler, şöförün ikazlarıyla -biraz tembeldir bu durağın yolcusu- iner, inerken de benim çantama sürtünürler genellikle. hatta, onların inmesi için önce ben inerim otobüsten, o sırada uyanık bir yolcu benim binmemi beklemeden benden önce biner otobüse ve ben ona küfür ederim. ne yapayım? sırada, offspring - bad habit. afiyet olsun.

şu anda acıbadem durağındayız. benim lise bu durağın birkaç sokak ötesindeydi. ayrıca bu durakta birtakım elit ve eli yüzü düzgün insan -lolitalar da dahil olmak üzere- insan inerdi, varoş insanı olduğumdan onlarla beraber aynı durakta inip aynı istikamette yürümek büyük keyif verirdi bana. 10 dakika sonra kadıköy'de olacağız. ben de sahilde bir sigara içerek dumanlanacağım. sizleri camel - long goodbyes ile başbaşa bırakıyorum.

aha kadıköy. (reklamı kapatmak için tıklayınız) kadıköy'den karaköy'e geçip oradan tünel ile taksim'e varmış olacağız yaklaşık 40 dakika sonra. oha. şahane kadıköy'deyiz. ah muhsin ünlü bir şiirinde "yine kadıköy, selami var size" demişti. burdaki ince göndermeyi anlamak ile anlamamak arasında gelgitlerle büyüdü bir nesil. gazete bayiilerinden radikal alıyoruz. karaköy yolculuğunda en iyi giden gazete budur, cumhuriyet gazetesi de önceden çok okunurdu vapurda, moda yaşlıları birbir ölmeye başlayınca gazetenin tirajı -özellikle vapur içindeki tirajı- epey düştü. karaköy vapuru'nda bir şeyler okumak zorundayız, kural var, yasa var. bu vapurun yolcuları garip giyimleri ve de ilgisiz gözleriyle, kitaplarına gömülürler, karaköy'e yaklaşırken kafalarını kaldırıp iskeleyi kontrol ederler, en önce inmezler, en sona da kalmak istemezler, aceleci davranan olursa bir daha vapura alınmaz (beni bir kere almadılar). şimdi şarkı arası, taksim'e yaklaşıyoruz ambiyansa uygun bir şeyler dinlememiz gerekiyor, ben genelde erken dönem pink floyd dinliyorum. o yüzden erken dönem pink floyd eseri olan julia dream şarkısıyla sizleri başbaşa bırakıyorum. fazla sırnaşmayın.


tünel yolculuğumuza başlıyoruz. başlıyoruz ve bitiriyoruz. bitti efendim. ahan da istiklal caddesine tersten girizledik. şimdi, ümraniye nerede diye yüksek bir yere çıkıp bakıyoruz. ben genelde hüseyin ağa camii'nin kubbelerine çıkıyorum, ümraniye'nin geride kaldığını anladığım anda, konuşma şeklimi değiştiriyorum, çantamdan kıyafetlerimi çıkarıp herhangi bir kafenin tuvaletinde üstümü değiştiriyorum, yanımda getirdiğim düzleştirici ile de saçlarımı düzleştiriyorum. sonra tekrar kubbelere çıkıp ümraniye'nin güneşin batmasıyla yok olduğunu görerek hareketlerimi kontrol etmeyi bırakıyorum, ve çılgın atmaya başlıyorum.

sıradaki şarkı, beatles'dan geliyor, lucy in the sky with diamonds. arıza radyo'da ben dj zen ile beraberdiniz. başka yolculuklarda görüşmek üzere canlarım. takipte kalın. mujksss.

◄███▓▒۩۞۩ arıza radyo ۩۞░▒▓███►

öl

insanda ölme isteği uyandıran şarkılar diye bir anket sorusu atsam ortaya, ilk örneği versem, kaçsam sonra.


***Queen-Bohemian Rhapsody***

ilişkisel

hepimiz ayrı havalardayız. marjinal sevgililerimiz olsun istiyoruz. sonra es kaza oluyor bir tane. ama marjinal ilişkiler yaşamıyoruz. kişiyi marjinal kılan her özellk ilişki dediğimiz şeyin rutini içinde eriyip gidiyor. çünkü hepimiz aynı şeyleri yapıyoruz. sevgilimizin elini tutuyoruz, öpüyoruz falan. günde bikaç kez telefonda konuşmayınca, mesaj atmayınca triplere giriyoruz. kuytu mekanlar arıyoruz başbaşa kalabilmek için. rezilliğe bak yarabbi! marjinal ilişkiye bak!

yani sıradan ilişki diye nitelediğimiz her ilişkide yapılanların aynısını birebir tekrarlıyoruz. kadınla erkeğin bir araya gelmesinin kaçınılmaz yazgısı bu bir yerde. hem nedir yani? birlikte, pek kimsenin bilmediği bir grubun konserine gidince mi ilişki marjinal oluyor? anlamıyorum ya. ne yapmak lazım böyle bir durumda? mesela toplumdan izole hayatlar mı yaşayalım, sürekli sevgilimizi hiç mi hiç kıskanmadığımızı, hatta bazen aldatmanın da sıradan olduğunu herkese ispatlamaya mı çalışalım? böyle bir hayat mı yaşayalım? insan insana bunu yapar mı ağalar....

kimse öyle şeyapmasın. hepimiz aynıyız bence. sevgilim acaba şu kızı kesiyor mu, şu adama gerdan kırıyor mu diye ödümüz kopuyor. hala oturmuş telefonun başında seni düşünüyorum anlamında çağrı atmasını bekliyorsu.ben sana daha ne diyim. o yüzden, bir daha benim ilişkim sıradan ilişkilere benzemez, ayrı bir kafa yaşıyoruz falan diyeni görürsem dudağına mandal takarım habarınız ola...