12 Nisan 2010 Pazartesi

moda insanın kendine yakışanı giymesidir #2#

saykodelik moda yolculuğumuza mango ile devam ediyoruz.



şimdi dostlar. türk kadınının standart boyunu düşündüğümüz zaman bu kıyafetler bize gülünç gelmektedir. boyunuz 1.70in altındaysa sakın o ortadaki mankenin giydiği bahçıvanımsı şeyi giymeyin. güdük necmi gibi olursunuz. insan içine çıkamazsınız. benden söylemesi.
bir de şu dikkatimi çekti. bu mankenlerin her birini üstündeki aksesuarlar olmaksızın düşünün. pek bi numarası kalmıyor gibi. bilmiyorum, ben böyle düşünüyorum.


bu ne lan? off mango ya, şaka gibisin. bunları bana bedava verseler giymem. hele ortadakine hiçbir şey demiyorum. bornoz gibi şeyi bize 1423543674876543 liraya kakalamaya çalışıyorlar. yemezler!


ne kadar umursamaz bir yapıya sahip olsak da bir yerde antimilitarist olduğumuz gerçeğini yadsıyamayız canlar. bu nedenle mangoyu kınıyoruz. hayır yani, bence de yeşilin her tonu çok güzel ama haki de bir yere kadar.


şu ilk fotodaki elbisenin aynısı fındıkzade pazarında 20 lira. mangoda kimbilir kaç lira? kerizliğin lüzumu yok.

bu arada scarlett salağı mango'nun yeni sezon mankenliğini dree hemingway'e bırakmış. bir aptal sarışın gitmiş, diğeri gelmiş. orda gül gibi penelope dururken. salak, yemin ederim gerizekalı bu modacılar.

yolculuğumuz stradivarius ile devam edecek. merakla bekleyin.

moda insanın kendine yakışanı giymesidir.

birkaç gündür çeşitli moda bloglarını takip etmekteyim dostlar. ve benim neyim eksik diyerekten bugün çeşitli markaların 2010 ilkbahar/yaz kreasyonlarıyla ilgili laflar hazırladım. bershka'yla başlıyoruz.


anlaşıldığı üzere bershka'nın bu yılki koleksiyonunda jean parçalar göze çarpıyor başka bişey yok ki zaten lan) bu pantolonu beğendim. ne kadardır acaba? ayakkabı da fena değil. aslında bu ayakkabıyı bi şekilde almak lazım. evde prova yapıp üstünde durmaya çalışmak lazım. mavi elbisem var, ona uydururum.


bu ne şimdi bershka? böyle mi geziyoruz biz sokakta yavrum? buranın türkiye olduğunu unutmuş gibisin. hollanda'ya çevirdiniz ülkemizi! işgalci haçlı orduları! emperyalizmin kucağına oturmayız! devam ediyoruz.


bu ayakkabı çok güzel. vallahi bayıldım. tebrikler bershka.



bence kreasyonun en iddialı parçası bu elbise. yaklaşan yaz tatili, plajlar bize göz kırpıyor. ne hoş!



tipe gel ya. burda şalvar giyip gezsek, aa ne kadar da feodal bir kimse, ne kadar da modernlikten bihaber diye tefe koyarsınız. bershka yapınca ay bayıldım, ne kadar postmodern dersiniz. yürüyün gidin lan!
bershka bu kadar. devam.

11 Nisan 2010 Pazar

kaybettiklerim

biriktirdiğim yazılarım. müziklerim. resimlerim. sayko msn konuşmalarım. el altında duran linklerim. videolarım. ordan burdan bulduğum oğuz atay alıntıları, röportajları, eleştirileri, şunları bunları. apaçi koleksiyonum da gitti. 

bayrağı yarıya indirdim ağlıyorum. 

gecenin hüznü



hayır yani, biraz hava kararınca ne oluyor da böyle oluyor anlamıyorum. görgüsüz gibiyiz insan ırkı olarak. güneş batmayagörsün hemen hüzün, hemen leman sam.

dün gece hiç tanımadığım bir erkeğe sırf sana benziyor diye, usulca sokulup 'naber' dedim. tanıdık bir kayıtsızlık aradım, şaşkın bakışlarında dün. sonra dikkatlice baktım yüzüne.sen değilmişsin.'pardon ben bi arkadaşa benzettim' diyip koşarak uzaklaştım.

gece ile gelen hüznü de laçkalaştırmayı başarıyorum ya, helal bana. ama bende bir haller var bu ara dostlar. ayaklar yerden kesilince, tekrar yere basmasını sağlamak lazım. öyle bir mutluluk ve huzur hali geldi oturdu ki gitmiyor,ne yapacağımı şaşırıyorum. alışkın da değilim bu hallere. bahar falan gelmiş, çiçekler var. bob dylan var, metallica var. o'nun için dinlediğim şarkılar var. ne bileyim. yaklaşan 1 mayıslar, kürt açılımları, başörtüsü sorunu zerre ilgimi çekmiyor, ben bir tek yüze odaklanıyorum. yıllar sonra şiir okuyorum, hem de kafiyeli. haha.

gecenin hüznünü de 'hüzün kovan kuşu' dinleyerek atıyorum. türkçe alternatif müzik kadar tiksindirici bir şey de yok ayrıca. sonra dayanamıyorum. bir ismail yk facebook çekiyorum. kendime geliyorum.böyle de bir insanım.

10 Nisan 2010 Cumartesi

aba altından notlar

büyük ayrışmalar yaşadık incelikler yüzünden. çok ince bir görünümden dolayı oldu. düşünsel, duygusal, fikirsel, inançsal, batıl, öznel, nesnel vs tüm ayrışmalarda saygısızlığı hak eden taraf olmak zorundaydık, azınlıktık ya ondan. biraz açmak lazım bunu:

okulda bir olay oldu canım sıkıldı. uzun zamandan sonra ilk kez birinin düşünce alanını işgal etmeye yeltendim. dalga geçerek hem de. mesafeleri hızla tüketen teklifsizliğim yüzünden bana karşı duruş sergileyecek bir insan bulmak zor, -laubalilik?- hızla diyorum çünkü bir insanı tanımak için büyük zahmete girecek kadar "insaniyet" sahibi değilim. benim için herkes bir nesne, benim düşüncemin nesnesi. güzel kızlar hariç, onlar arzumun nesnesi. düşünsel eylemlerde ben fikrimi söylerken ince hesaplara giren biri değilim, kırılır mı alınır mı, kızar mı pek umrumda değil, düşünceye kırılmamak lazım. olay bir siyasi olay, hem de köktenci bir siyaset üzerine fikir söyleme riskini göze alarak denyolaştım kabul, "hassasiyetlerim var" diyen insanların "benim düşünebilme kapasitem bu kadar"ı kendine payanda ettiğinin farkındayım fakat, ben anlamıyorum bazı şeyleri.

anlamadığım şeyler: siyasete girmeyelim diyorlar, peki. siyasete giriyorlar, peki. siyasete girip düşüncelerini söylüyorlar, peki. dogma gibi kabul görmesini istiyorlar, peki değil işte. suratları düşüveriyor siyaset konusunda nihilist tavırlar sergileyen birinin düşüncelerinden. geçen bir kokteylde (iyice toplumdaki konumum aydınlanmaya başladı, kokteyller vs ne oluyoruz?) yönetici bir kadınla ufacık bir sohbetimiz oldu. "halkların kardeşliği" deyiverdi, peki. hem de ben hiçbir şey söylememişken bunu deyiverdi. okulda yapılan bir anketteki okuldaki öğrencilerin genel siyasi eğilimlerini belirtmemle her nedense bir savunmaya girdi. evet o anketin sonuçlarını da yazayım "cemaatçiler ve etnik milliyetçiler" başat. bu "aa nasıl olabilir böyle bir şey" diye yadırganacak bir şey değil, yadırgamıyorum da zaten. anketin sonucunu söyledikten sonra "bu iki ana eğilimin dışında kalanlar da var onları kimse önemsemiyor" dedim (burda dalga geçtim kabul). haha. yönetici kadın, birden suratını astı ve 80 sonrası gençliğinden, darbelerden, ezilmişliklerden vs oluşan bir tirat okumaya başladı. bizim okulda bile siyaset var ya, esasen ben ona şaşırıyorum. ayrışmışlar böyle, ciddi bir ayrışma ama, "o ilim yayma vakfında" filan deniliyor, ayrı bir saygı görüyor, berikisi "öğrenci kolektifinde" filan ayrı bir saygı hak ediyor. ama düşünsel bir şey yok ortada o da garip, herkes gizleniyor, sordukça öğreniyorsun, sordukça ayrışıyorsun, bazı arkadaş gruplarının ortak noktası aynı düşünceyi paylaşmaları mesela, benzerler benzerleri bulup kümeleniyorlar, hem de bizim fakültede; bizim gibi fakültelerde bu işler daha gizli oluyor bittabi. öğrenci kulüpleri ve benzeri oluşumların hepsinde belli kafa yapısında insanlardan oluşuyor (zerre ilgilenmediğim oluşumlar ama gözlemimi de yaparım). ve buralarda "gizli" bir siyaset yapılıyor, kimse konuşmuyor ama aralarındaki birliğin temeli bu siyasi ortaklıklar. önceleri umursamadığım şeyler, şimdilerde garip rahatsızlık noktaları oluşturmaya başladı, bu gruplar kendi aralarında -gizlilik yarışı yaparak- taraftarlar oluşturmuş (günaydın). yahu boş teneke diye addettiğim insanların takiyeleri insanı çileden çıkarıyor. ve garip garip insanlar var, seni dinliyor -sorular sorarak dinliyor-, seni anladığını dile getiriyor sonra sana yüzünü dönüyor senden uzaklaşıyor. her şey böyle bir gizlilikte yürütülüyor, aleni bir olay olmuyor. lan?

okuldaki olaya döneyim. herifin biriyle garip bir tartışmaya girdik. "türkçe'deki kelimelerin yüzde bilmem kaçı arapça, farsça, insan kendi diline sahip çıkmalı" minvalinde birtakım şeyler söyledi. bunu söyleyen adamın duruşu komik bir kere, göçmen türklerin daha milliyetçi olduğunu söylemiş miydim? adsfjasfd bu kelimelerin ders kitaplarında kullanılmaması gerektiğini güzel türkçemizin (söyleyeyim türkçe dediğiniz dil 10 kelimeden oluşuyor adfjsaf) bozulduğunu söylüyor. herif bir de ciddi, oktay sinanoğlu ciddiyeti var adamda, daha doğru düzgün türkçe bile konuşamıyor zerzevat bir de "türkçeyi korumak"tan bahsediyor, yahu al türkçeni git burdan diyesi geliyor insanın. nitekim mevzu uzadı "türklüğüme laf ettirmem" noktasına kadar geldi, oraya nasıl geldi bilmem ama bende birden "göçmen türk fobisi" oluşuverdi, -normalde seviyorum kerataları-, "şakanın da bir sınırı var, saygısızlık etme" filan diyor. eli kolu kalkmaya başladı -bir şey yapacağından değil herif artist- asdfjasfda (ben hala bizim fakültede böyle bir olay yaşadığıma acayip şaşırıyorum). tabii en nefret ettiğim şey de, "saygısızlık etme" denmesi. bak düşünsel bir şey, tamamen düşünsel be, ama hemen "saygı" gibi bir korungacı getirip dayıyorsun, üstelik saygısızlığın en alasını el kol hareketleriyle -fiziksel darp adjsfasdf- yapıyorsun. en iyisi gizli kalmasıymış, takiye iyiymiş, böyle ufacık noktalarda bile "benim hassasiyetlerim var" gibi über düşünceye yaslanıyorsak, gizli kalsın.

yahu şu bir gerçek ki, türkçe 10 tane kelimeden oluşuyor adfjasfad. niye geriliyorsun ki bu kadar?

pride&prejudice üzerine aşksal inceleme



-şiir yazmak çok derin aşklar için geçerli bir ifade yönetimi olabilir, fakat diğerleri için oldukça yüzeysel kalacaktır.bıdı bıdı.
-peki sizin öneriniz nedir bayan elizabeth?
-dans etmek bay darcy(!) (koçum benim elizabeth, ne biçim de koydu lafı. suratına suratına vurdu ukala herifin)

diyeceğimi sanıyorsan yanılıyorsun elizabethcim. ha şeyapma şimdi, sen olsan sen de aynı cevabı verirdin, hatta cevap bile vermezdin.havanı yiyim bay darcy, der giderdin. ben sendeki dişiliğin estetize edilmiş haliyim,diye. dişiliğin estetize edilmiş halinden tiksindiğim kadar az şeyden tiksinirim bu hayatta. sen duygusallıkla estetiği birbirine karıştıranlardansın elizabeth. seninle hiçbir zaman anlaşamayacağız bu yüzden. (ben öyle estetik erkekler tanıyorum ki, onlar konuşurken bütün dünyanın susmasını dilersin. ahh ah. neyse)

ne diyorduk? elizabeth, darcy güzel adam. cool böyle, tepkisiz, cevapsız,-sız,-siz adamlarından. bunlardan pek kalmadı bu devirde. belki sizin zamanlarda çoktur, bilemeyeceğim. biz birkaç tanesini görünce kendimizi şanslı sayıyoruz öyle düşün yani.

ama kitabın başlarında kaşı gözü ayrı oynuyordu darcy'nin haberin ola elizabeth bacı. gözü kızkardeşindeydi. evet.bay darcy, cool olduğu kadar da yüzeyseldi. bunun için onu suçlayacak mısın elizabeth? bunun için onu suçlamayacak kadar sevecek misin darcy'yi? olala. kapana kısıldın kızım. cevap ver.

ben sevebilirim mesela. ben hiçbir soru sormadan da yaşayabilirim. sen elizabeth? hala laf sokup şeytani bakışlar atacak mısın darcy'ye? birşey söylese de şöyle ağız tadıyla çemkirsem diye fırsat kollayacak mısın? aşk bir atışma alanı mıdır elizabeth sence? karşılıklı susma,taktikler geliştirme midir?

değildir lan! aşk taviz verme sürecidir. aşk sorgulamama, soru sormamadır. aşk olduğu gibi kabul etmektir.(aforizmas from çingenetor)

neyse, sen ancak kitabın sonlarında anladın bunu.

6 Nisan 2010 Salı

-yarın ne kadar sürer alexander?

-sonsuzluk ve bir gün kadar...

4 Nisan 2010 Pazar

ilkokulda yaba ahmet'le yaptığımız düet

önce mehmet çıktı sahneye, takatım yok yürümeye gittim cananı görmeye/ can başladı çürümeye diye bir türkü tutturdu. sonra emrah karatahtanın önüne dikildi, kelimeleri yutarak yıkılmadım ayaktayım/dertlerimle başbaşayım diye girizledi. mahsun da kelimeleri yutuyordu ya, emrah da yutuyordu.

yaba ahmet kepçe kulaklı bir çocuktu. 4. sınıfta olmasına rağmen okuması yazması olmayan garip canlıydı. piçti. evet çocuğun piç olması benim sempatimi kazanması için yeter idi, sultan'ın saçlarına ahşap yapıştırıcısı (beyazımsı yapışkan bir madde) döküp eğlenmesiyle, hasan'la beraber sınıftaki herkesin kalemlerini kırıp bir tek benim kalemime dokunmayarak beni zan altında bırakmalarıyla sevmiştim onu. kalemlerin hesabı elbet benden sorulmuştu ama bir ispiyoncu (benim lehime ispiyon yapan spartaküs) sayesinde olaydan yırtmıştım, yaba ahmet cetvelle dövülmüştü, dayak yerken gülüyordu.

bir şeyler mırıldanma sırası yaba'yla bana gelmişti. karatahtanın önünde dikilirken tüm sınıf ikimize gülüyordu, öylece dikiliyorduk ve gülüyorlardı. en ciddi halimize bile gülüyorlardı, onları eğlendirmek zorundaydık. emrah ve mehmet'in hüzünlü dırıltılarından sonran hadi biraz keyiflensinlerdi. ahmet'in kulağına eğildim "şiki şiki baba"yı söyleyelim dedim. söyledik, güldüler. öğretmen de güldü, canım , böyle iki rezil öğrenci ancak entertainer olabilir diye düşünmüş olmalı, soytarılık yapma görevini bize verecekti elbet; ya tersine hüzünlü bir şeyler mırıldansaydık? yakışık almazdı.

düetimiz gayet ciddiydi, biz gülmüyorduk, ciddiyetimizi koruyorduk, gülmekten yerlere yatanlar oluyordu, öğretmen kahkaha atarken masaya vuruyordu sertçe. inanılmaz komik olmalıydık. çılgın komiktik canım. sinem'in ince kahkahaları diğerlerinden ayrılıyordu, sinem sonra saba tümer olarak bir şirkette işe girdi. yaba'ya baktım o da eğleniyor görünmüyordu, zorla bir şeyler mırıldanmamız istenmişti, zayıf not vermekle tehdit edilmiştik, ısrarlar çok uzun sürmüştü, düet yapmamızı sanatseverler deli istiyordu. biri her olayın olağan şüphelisi, diğeri her olayın elebaşı, hahaha'ydı tabii.

taşşak oğlanına çevirmişlerdi bizi. bazen bundan zevk dahi alıyorduk tabii, ne de olsa bizim gibiler sürekli cinlikler yapmalıydı. yaba'yı okulun bahçesinde köpek kovaladı, köpek bunu ısırdı, turgay denen ispiyoncu köpeği benim kışkırttığımı söyleyerek cetvelle dövülmemde büyük paya sahip oldu. yaba'nın aksine dayak yerken ben gülmedim, ama yine güldüler.

bir gün o koltuğa uzanırsam bunları anlatacağım, işte o zaman anlattıklarıma gülümserken yakalarsam ruh doktorunu "demek sen de bunları komik buluyorsun ha" diyeceğim ve cetvelle (tahta olanıyla) döveceğim ruhospuyu.