27 Şubat 2010 Cumartesi

let the geyik begin

"ercan sen kocaman bir çılgınsın"

bilmem işinize yarar mı?

demokrasi teorisi dersinde öğrendiklerim:

*demokrasi ancak onun zorunluluğuna inanmadığınız yerde mümkündür.

*demokrasiye karşı olmak da demokrasinin özgürlük ilkesine göre kabul edilebilir(mi).

*hippi düşüncesi marksist teoriyle benzeşme gösterir.

*liberalizmin küçük ve güçsüz devlet isteği, tarafsız devlet ilkesiyle çelişir, çünkü liberal ekonomiler kendi kartellerini yaratır.

*antik yunan geleneksel bir devlet değildir ve bugünün demokrasisinden çok farklı bir anlayış hakimdir.

*modern toplumlarda devletlerin demokrasiyi algılayış biçimleri, geleneksel toplumlarda olduğundan çok daha fazla farklılık gösterir..


evet, ilim irfan dolu bir yazının daha sonuna geldik. günlük ders tekrarımı da yaptığıma göre, rahatlıkla uyuyabilirim.

23 Şubat 2010 Salı

hobo'nun sekiz günü [mistik bir hikayeleme girişimi]

1. gün (big trip)

yeni muhtar ilk iş olarak kaldırım yaptırmayı uygun görmüştü. toz toprak yerini yerinden kolayca sökülebilen kaldırım taşlarına bırakmıştı. çizmeleriyle bir kadın kaldırımı test etti. kaldırıma "olur" verildi. o gün hobo evden çıkmaya karar verdi. mayıs 2002. gecekondusundaki yaşamını gecekonduya uydurmaya çalışıyordu: ilk önce kitapları yaktı, türk bayrağı alıp tahta çerçeveli pencerelerin sokağa bakan bir tanesine astı, yemek yemediğinden omuzları düşük, kamburu çıkıktı. elleri pis ve ayakkabıları tozluydu (kaldırım yapılmasına rağmen). fakir gibi yaşayacaktı, fakirler gibi. her fakir ölümcül bir hastalığa sahiptir, hobo da bir tane edindi kendine: duyguyetimi. her fakir cahildir, kitapları boşuna yakmamıştı hobo! bundan sonra televizyon izleyerek hayatına devam edecekti. anlamadığı şeylere küfür edecek, anlar gibi olduğu şeyleri dinlemeyecekti. kural 1: her daim kaygılı olacaktı. kural 2: ne yaşayacak ne de ölecekti (bu sayede "ne demeye yaşıyorlar?" sorusuna muhattab olmaktan gurur duyacaktı). kural 3: şükretmeyi öğrenecekti. en çok devlete şükredecekti. devlet şükür devleti olunca, kütür kütür şükür edilmesi farzdı. yeni muhtar da devletin adamıydı, kaldırımları yapmış gözleri boyamıştı, insanlara gereksiz bir yaşama isteği aşılamıştı: "bakın bizi de düşünenler var". bakın bizi de düşünüyorlar şükürler olsun diyecekti hobo.

2. gün (good day to be alive, sir)

her insan düşünmüştür yaşamaktan çok ölmeyi. herr insan. ama fakirler ecellerini beklediklerinden, ölmeyi düşünmezler. hobo, asla "ölsem de kurtulsam" demedi ikinci gün. balkonlarda genç kızlar (renkli eşarplarıyla), yeni ergenler (şekilsiz jeanleriyle. jean: kotpantol), domestik fakirler, gururlu fakirler (pardösü giyerler) ve nice garip yaratılışlı -gözleri kör edecek kadar çirkin- insan ile el ele yaşamaya karar verdiği gündür ikinci gün. yüce zeus, insanlar hep böyle saçma işlere girişirler mi? lütfen bu saçma yaşantıyı yüceltmeyin diye bağırırdı hobo çocukken. "ama onlar da insan" denilirdi. hobo "ama onlar insan değil ki, görmüyorlar, duymuyorlar, yemiyorlar, içmiyorlar, sevişmiyorlar. onlar insan olamaz, onlar insan taklidi" diyordu sürekli. kendini taklit edeceği hiç aklına gelmezdi ama kendini taklit etmişti ikinci gün, şöyle buyurdu: "içerdeyim!".

3. gün (büyük kaçış)

fakirler bulaşıcıdır. insanlar bulaşıcıdır, ama insani fakirler daha bulaşıcıdır. üçüncü gün bunu öğrendi hobo. fakirlik maddiyattan öte, manevi bir bozukluktu. bu fakirlerin düşüncelerinde maddiyat önemli yer kaplıyordu (balık etli kadınları seviyorlardı, lüks malikanelerde çekilen dizileri ağızlarının suyu akarak izliyorlardı, 'ay kurumuşsun sen ya, ekmek ye' diyorlardı). fakirler her şeyi büyük olarak görüyordu, büyük bir hamburger. hobo da her şeyi büyük görmeye başlamıştı, kendini de büyük görmeye başlamıştı, azıcık daha büyüseydi zeus olabilirdi. ve hobo bunları görünce, gecekondu mahallesinin olmayan kanalizasyon sistemine inerek kaçtı (sonra geri dönmek üzere, aptallar hep geri döner çünkü)

4. gün (yaşlılar)

fakir yaşlılar acilen ölmeliydi. hobo bu yaşlılara hiç acımadan (bir tek annesine acırdı) ölmelerini emretti. ama emrine uyan olmadı (oysa kendini zeus sanıyordu). fakir yaşlılar bir türlü kentleşemeyen vücutlarıyla -bunların vücutlarını kaçak dikmişler- yer işgal etmekten başka iş yapmıyorlardı, üstelik duvar diplerinde, kahvehane köşelerinde yüksek sesle şarkı söyleyip evladlarının vefasızlıklarını, evladı yaşındaki insanlara anlatıyorlardı. "ölmüyorlarsa, süründürün!" denildi, hobo cevapladı: "bunlar çoktan ölmüş!".
5. gün (ilköğretim mezunu bir genç kıza aşık olmak)

o gün. eved o gün. o kızı gördü. tam bir aptala benziyordu kız. ama güzeldi. güzellik düşkünü hobo -zenperest- kızı görünce aşık oldu. aşkından gebermek üzeriydi. kız hala aptaldı. hobo kızla birkaç kez gözgöze geldi, kızın yanakları orta 2'den kızardı. gülümsedi kız. gülümseyen bir kız görmeyeli kaç yıl oldu bu fakirhanede? ey yüce pir tanrı bu şehri elinde gitar çantasıyla terkedeli kaç yıl oldu? fakirlerin tanrısı da genç ve hoyrattır, uzun yeleli saçları vardır. kız güldü. hobo güldü. kızın yüzü bir anda dikiş makinesine ve konfeksiyon atölyesine döndü, hobo'nun yüzü ali kırca'nın bıyıkları oluverdi: hüzünlü bir hikaye başladı, kavuşamadılar, adı aşk oldu (fakirler karşılıksız aşk yaşamakta üst düzey yeteneklere sahiptir, bkz: prof. dr. şener elverdi, gurabalar, sf 1,-tek sayfadan oluşuyor; bu tek sayfa ile profösörlüğü kabmıştır)

6. gün (insan akıllı değildir)

ülkenin önderi "size ölmeyi emrediyorum" dediğinde herkes hamasi bir söz sanıvermişti, oysa apaçık bir sözdü. fakirlere bağırmıştı "ölün" diye, fakirler -ibneler- ölmek yerine öldürmüşler ve galip gelmişlerdi. mayıs 2004. fakirler ülkede ne kadar zengin var öldürmüş, mallarına el koymak yerine -akıl edememişlerdi-, mallarını piç etmişlerdi. boğazdaki yalıları yakmışlardı -gerzekler. hobo da zengindi, onun da evi yağmalanmış, fakirlerden birini öldürüp onun kıyafetlerini giyerek fakirlerin arasına karışmıştı, onlarla beraber bu gecekondu mahallesine taşınmış, zengin ve şereflice ölmek yerine, fakir olarak yaşamaya karar vermişti. demek ki ruhunda fakir geni taşıyormuş.

7. gün (bazı fakirlerin evrimleşmesi)

bazı fakirler evrimleşti. zengin oldular. nasıl olduysa, bazı fakirler sabah kalktıklarında zengin oluvermişlerdi. yüzleri pamuk gibi, ellerinin derisi yumuşacık, mis kokulu saçlarla ve yanlarında bir kadınla uyandılar (ahlak sistemi elvermediğinden, kadın kesminden kimse evrim geçirip zengin olamamıştır). hobo yarı evrim geçirmiş, esnaf olmuştu. saçları açılmış hafiften kelleşmişti, garip bir bıyığı da vardı. kumaş pantolon giyiyordu. kunduralarının topuğu ezikti, yeleği vardı. yelek? yazar kasanın başında oturdu gün boyunca, para çarpı para (pxp) çok para yapıyordu. parmağındaki yüzüğe baktı uzun süre. iki veled dükkana girip "babaaaaaaa" diye hobo'ya sarıldılar. "bir kısa LD lütfen" diyen adama "buyrun sigaranız, 4.25 lira" dedi (sigaranın markasını bilmiyordu, fiyatını da bilmiyordu fakat nasıl olmuştu da raftan sigarayı alıp uzatırken hiç tereddüt etmemişti?)

8. gün (bad trip)

efendi: büyük şeyler bekledin.
hobo: anlayamadım?
efendi: hayattan büyük şeyler bekledin.
hobo: kimse bir şey beklemeyince, ben de uyanıklık edip bekleyeyim dedim.

efendi kayboldu. hobo kayboldu. gökyüzü yarıldı. yeryüzüne kadar kumral saçlar indi, saçlardan kayarak inen peygamber -efendi- bağırdı: "görmüyor musunuz, babamız sizler için saçını süpürge ediyor". hobo birden belirdi "babamızın saç uzattığını bilmiyordum" dedi. hobo anında taşa çevrildi. efendi, babamıza seslendi: "adam haklı, hala evden gitarla kaçıp giden yeleli genç gibi davranıyorsun" dedi.

gribal

uyan marşı

21 Şubat 2010 Pazar

çocuklar dünyadaki en güzel şey mi acaba?



evet.

coming back to school

okulun açılması.derslerin başlaması. beni benden ediyor dostlarım. sabahları erken kalkmak, vapur beklemek, çay-açma ikilisi bünyemi bir bir isyanlara gark ediyor. demokrasi teorileri, iş hayatı için yabancı diller, göç ve nüfus hareketleri yolumu gözlüyor. nerde o sabah uyuyup akşam uyanmalar, bir yarasa misali süzülmek gecenin içinden... şimdi ne var? kalın fotokopiler, fosforlu kalemler, çalınan ders notları... işte böyle canlar. su akıyor ve biz okula dönüyoruz. bat dünya bat!

ilginç site buldum koşun!

stereomood

sus konuşma, sözler kimin umrunda












-yeæææ sen ne anlarsın, bu kız güzel işte, bi de senin güzellik anlayışın neymiş görelim bakalım? (ukala olduğun için ilk kez pişman olacaksın)
-ağlama asfdjasf rachel hurd wood. nokta mı yazsaydım?
-hmm.
-hmm ya. şimdi "bu kız güzel işte" dediğine dön bir bak asdfjasdfafd

20 Şubat 2010 Cumartesi

gri: ♥


resmin üzerine tıklayınca anlam kazanıyor.

17 Şubat 2010 Çarşamba

zırtlan üzerine

birkaç gündür blogtaki eski yazılara bakıyorum. garip geliyor, yaratıcılığın sınırlarını zorladığımız olmuş hakkaten. bazen diyorum bunları ben hangi kafayla yazmışım, trip yazıları var mesela o yazılarda acayip metaforlar, göndermeler, şimdi hatırlamadığım milyon tane ayrıntıyı içeren şeyler var, kendi yazdığım şeyleri anlayamadım be asdfsadf.
blogun bir erken dönemi var, sanki o dönemde yazdıklarım aşırı kasıntı, iyi işler de çıkmış ama böyle "bir blog için fazla" olan yazılar da var. erken dönem dediğim mayıs-haziran-temmuz. ağustosta daha normal bir blog var adsjffsa, ağustos sonrası yazıları okurken baya eğlendim (bi de aklıma şey geldi, bu yazdıklarımı on sene sonra okusam şok geçiririm kesin).
paint'e sardığım dönemler enfes, tam saykodelik işler. o kafa da garip bir kafa, o kafayı bir daha yaşamak isterim şahsen. duygusal piç gibi bir şey yapmışım asdfasdf, oha be abi. resimden uzak kalmamın hırsını almışım bir güzel. şimdi aynı cesareti bulamıyorum açıkçası.
benim alkol batağına düştüğüm ağustos dönemi var ki, evlere şenlik. hiç kasmadan, konuşur gibi yazmışım.

şimdi nerden aklıma geldi böyle geriye dönük bir yazı yazmak asasdfjsadf bu blogda insanları korkutan bir potansiyel var, bir saykoluk var, beğendirme, beğenme kaygısı yok gibi geldi bana, spontane işler yapılmış, dünyanın en sayko blogu olma yolunda ilerliyormuşuz da haberim yokmuş lan (kendimizi överim tabi, ne var?).

görüşeceğiz 10 yıl sonra.

14 Şubat 2010 Pazar

bye biçız

gidiyorum dostlar. bir aylık insanlıktan çıkma tatilim sona erdi. üstelik bu kez karşının, kadıköy'ün insanı olarak bir bilinmeze doğru yolculuğa çıkıyorum.vapur iskeleleri, balık ekmek kokuları beni bekler. fuck you ankara.

13 Şubat 2010 Cumartesi

Mektup

Sevgili Sare Hanım,

bu mektubu size büyük nefret ve kin içinde yazıyorum, nefretim hem kendime hem de sizedir. sizi hiç mi hiç affetmedim. yaşantım sizin zamanında bana yaptığınız o küçük ama tesirleri büyük davranıştan sonra allak bullak oldu. sizi uzaktan izledim ve benim bıraktığım boşluğu doldurduğunuzu gördüm, ben aradan çekilince siz pervasızca kendinizi bir numara ilan ettiniz, oysa buna hakkınız yoktu. deniz, emre, berk beyler karşısında beni küçük düşürdüğünüz günden beridir, bin parçaya bölünmüş kişiliğimle yaşadığım olayı atlatmaya ve insan içine çıkmaya zorladım kendimi. ne yazık ki pek başarılı olamadım. artık kimse beni sizin sayenizde sayıp sevmiyordu, yeni deyimle popülaritemi kaybetmiş, okulun diğer kızları arasında sönük bir karakter çizmeye başlamıştım. bu affedilemez, cezasız bırakılamaz büyük bir haksızlıktı. hele ki sizin benim yerimi almanız ve beni görmezden gelmeniz, bazen kabul ediniz ki aptal sırıtışınız, sırnaşıklığınız yüzünden ben daha da büyük yaralar aldım.

siz pek tabii yaptığınız davranışın farkında olmadınız. size sıradan hareket gibi gelmiş olabilir. ama yaptığınız büyük bir kabalıktı ve insanın ruhunda onulmaz yaralar açan bir davranıştı. özellikle benim gibi hassas bir insanın ruhunda açtığı yaraları tahmin dahi edemezsiniz. siz hayatta her istediğine sahip, güzelliği göz kamaştıran, erkeklerin çevresinde dört döndüğü ama erkeklere yüz vermemekle ünlenmiş bir hanımefendiydiniz, fakat yine de bana böyle küçük bir mutluluğu bile çok görecek kadar kıskanç bir karaktere sahiptiniz. o günki davranışınızdan sonra, hayatımın yeni şekline alışmak da çok zorlandım ve sizden intikam alma yeminleri ettim. nitekim intikamımı almış bulunmaktayım, size haddinizi bildirdim sare hanım!

deniz beylerin önünde beni küçük düşürdüğünüz günü hatırlıyor musunuz? ben o gün emre beye olan duygularımı açacaktım. onunla saadet içinde yaşamayı tahayyül ediyordum ki, siz hayatımı mahvettiniz. bu affedilemezdi. pek tabii ki siz o anda hiçbir şey olmamış gibi davrandınız. o günü hatırlıyor musunuz sahiden? sınıfımızın arka tarafında, deniz beylerle pencere kenarında hoş bir sohbete dalmıştık ve siz geldiniz, tüm ilgi size yöneldi fakat emre bey hala benimle ilgileniyordu. siz çok sıradan bir hareketmiş gibi "Meyra hanım dişinizde çay taneleri var" dediniz. utancımdan yerin dibine girdim. çabucak ordan uzaklaştım. emre bey arkamdan gelmeye kalksa da yalnız kalmak istediğimi söyleyerek onu uzaklaştırdım, lavobaya giderek dakikalarca ağladım. ve o anda sizden intikam almaya yemin ettim! sizin üzerinize vazife değilken ve diğer hiç kimse böyle bir şeyi üzerine vazife etmezken, siz ne cüretle beni herkesin içinde -özellikle emre beyin önünde- uyarmayı kendinize vazife edindiniz?

işte başınıza gelen olayların hepsi bu günden sonra başladı. siz, sizin o küçük dünyaları ben yarattım tavırlarınızın arasında böyle küçük bir olayın başınıza neler açacağını, benim hiçbir zaman altta kalan insan olmayacağınızı tabii ki tahmin edemezdiniz! değil mi ki ummadık taş baş yarar? siz benim gençlik hülyalarımı paramparça ettiniz, ben de sizin gençliğinizi zehir etmekle vazifelendirdim kendimi. peşinize takılan şu sapığı hatırlıyor musunuz? nasıl hatırlamayasınız ki? gerçi sapık biraz fazla ileri giderek ırzınıza geçme cüreti gösterdi, bu onun kendi sorumluluğundadır, ben sadece sizi takip edip sizi rahatsız etmesini ve kendini ifşa etmemesini tembihlemiştim! peki okulun önünde çıkan kavgada yüzünüze kezzap atılması? tabii ki nerden bileceksiniz! yüzünüzün sağ yanının yandığını öğrendim. o kavga önceden ayarlanmış bir kavgaydı. sizin yakın arkadaşlarınızdan birini kavgaya çekmek suretiyle sizi de kavga mahalline çekmiş olacaktık, kavgaya dahil olmasanız bile orada bulunacaktınız. nitekim bulundunuz ve planımız doğru işledi. güzelliğiniz olmadan hayat nasıl gidiyor? sahi artık insanların dişlerindeki çay taneleriyle ilgili misiniz? oysa bu konuda uzman sayılabilirdiniz. saadetime engel oldunuz, ben de sizin saadetinize engel oldum. ödeştik değil mi?

Meyra Aliye Atakoğlu, 2002, istanbul (11 no'lu tutanaktan)

notlar: sare, meyra'nın mektubunu aldıktan bir hafta sonra major depresyon teşhisi ile hastaneye yatırıldı. meyra, tutuklandı, o sırada 14 yaşında olduğundan çocuk mahkemesi tarafından yargılandıktan sonra salıverildi (yargılama sırasında ihmallerin olduğu dile getirildi birtakım çevrelerce). meyra'nın babası salim bey kızının yaptıklarını öğrendikten sonra kalp krizi geçirerek vefat etti, annesi kızını evlatlıktan reddetti ve meyra devlet tarafından yetiştirme yurduna yerleştirildi. 2003 yılında, sare intihar etti. sare'nin intiharından sonra anne ve babası yaşadıklarını ve güzel kızlarının yaşadıklarını kaldıramayarak birlikte intihar ettiler. meyra yetiştirme yurdundan kaçtı ve şu anda nerde olduğu bilinmiyor. (basında meyra olayı)

12 Şubat 2010 Cuma

albayım toluen mi dediniz? [mini bilimkurgu öyküsü]

antalya'da bir alman turistin esmer güzeli bir türk kızıyla ilişkisi olduğu, kızın ailesi tarafından öğrenildi. yıl 2039. kızın ailesi alman turisti konyaaltı'nda kurşunladı. olaydan bir gün sonra bavyera eyaletinde, nünberg'de almanlar bir türk ailesini kurşunladılar. alman hükümeti ile türk hükümeti restleştiler. bm araya girmeye çalıştı ama almanlar izmir'in güzel kızlarına almanca-türkçe (alamancı şivesi ile) küfürlü şarkı yapması üzerine, türkler antalya'da 8 alman'ı öldürüne kadar dövdüler (öldüler). almanya savaş açtı. ağustos 2039.

albay callahan brother'ın dudullu'daki karargahı ve binbaşı hobo.

hobo: albayım almanlar çamlıca'yı ve kayışdağı'nı ve de boğaz'ı ele geçirdiler. çamlıca ve kayışdağı'na ışın kalkanı koydular. uçaklarımız ve füzelerimiz işe yaramıyor.
albay: kahretsin. onların saldırmasını bekleyeceğiz. bir aya kalmaz yiyecekleri bitecektir. biz de küçük çekmece ve dudullu sathından ayrılmayacağız. askerlerimizin morali nasıl?
hobo: efendim, metallica konseri var ali sami yen'de. boğaz almanlar tarafından kapatıldığından, anadolu yakasında kalanlar konsere gidemiyorlar. askerler çok gergin, kendi aralarında wall of death yapıyorlar.
albay: söyle onlara bir yerlerini incitmesinler. birbirlerine artistik hareketlerle girmesinler. dinlensinler.
hobo: emredersiniz albayım. (çıkar gider)
albay: ne yapmalıyız? bu duvarı aşmalıyız. ışın kalkanı ne ile eritilir ki? bir kimyasal bu işi halleder (telefonla hobo'yu çağırır)
hobo: albayım, emirlerinizi ilettim, şimdi radiohead dinliyorlar, sanki hepsini sevgilisi terketmiş gibi acılara gömüldüler.
albay: boşver onları. ışın kalkanını aşacak şeyi buldum. toluen!
hobo: albayım toluen mi dediniz?
albay: evet. ışın kalkanını bu şekilde eriteceğiz. çabuk bize toluen bul.
hobo: ama efendim toluen kansorejendir. savaş kurallarına aykırıdır. kimsenin kanser olması....
albay: dediğimi yap binbaşı!

toluen dolu savaş uçakları albay callahan'ın emrini beklemektedir.

albay: onlara söyle, dikkatli olsunlar. bostancı ve üsküdar'a bir zarar gelmesin. fikirtepe'ye ve yenisahra'ya pek dikkat etmeseler de olur. arada onları da çıkarsınlar, bu gizlidir sadece bir kaç güvenilir adamımız bu işi üstlenecek.
hobo: emredersiniz albayım (karargahtaki telefonla askerlere mutli mesaj gönderir)

ışın kalkanı eritilir. almanlar savunmasız kalırlar. ekim 2039.

albay: askerlere taarruz için hazır olmasını söyle.
hobo: efendimiz çok başarılıydınız tebrik ederim (bu sırada multi mesajla askerlere taarruz emri verir).
albay: kimya laboratuarında bir arkadaşım toluen içine düşerek can vermişti.
hobo: ne talihsiz olay. başınız sağolsun efendim.
albay: bu savaşı o arkadaşıma ithaf ediyorum. onun için kazanacağız. yürü binbaşı, savaşa!
hobo: savaşa!

hobo ve albay savaş meydanında.

hobo: efendim dikkat!
albay: son anda hobo! artık sana bir can borçluyum!
hobo: canım size feda efendim.
albay: almanları oliver kahn'dan beri hiç sevmezdim! savaşı onlar başlattı, biz bitireceğiz!
hobo: efendim bu sözünüzü günlüğüme yazacağım! gelecek nesiller sizi bu sözünüzle hatırlayacaklar!
albay: hamasi sözlere gerek yok binbaşı! başına dikkat et! hell bloody yeah!
hobo: albayım?
albay: gençliğimde ben de metalciydim.

alman donanması ve karadaki birlikleri yok edilir. kasım 2039. albay ve hobo, albay'ın bostancı'daki evinde.

hobo: efendim, almanları yenmiş olmak hiç hoşuma gitmiyor.
albay: neden binbaşı?
hobo: efendim, yıllarca onlar yenilince biz de yenildik, onlar yense biz de yenmiş sayılacaktık. yine onlar yenildi, biz de yenilmiş sayılır mıyız acaba?
albay: kalk git burdan hobo! sarhoş oldun değil mi? toluen boca edeyim mi başından aşağı, ayılırsın belki?
hobo: bağışlayın albayım, ama mantığım bu durumu bir türlü kaldıramadı.
albay: evet, kazandık ama kaybettiğimiz birçok şeyde var, haklısın. toluen boca ederken çamlıca tepesi ve kayışdağı eridi. birleşmiş milletlerden, nato'dan ve avrupa birliğinden çıkarıldık. ama kazandık!
hobo: yine almanlar kazanmış gibi görünüyor.
albay: al sana toluen, seni alman hayranı zavallı!

11 Şubat 2010 Perşembe

son dakika

tanrım. imkanı olan zırtlan okuru lütfen show tv'yi aç ve izle. bu ne lan? zöhre hanım. allahın delisi.puhahahaa!

metpamid

Yan Etkileri:

En çok görülen yan etkiler; huzursuzluk, sersemlik, yorgunluk ve halsizlik halleridir. Seyrek olarak uykusuzluk, baş ağrısı, bulantı, barsak bozuklukları ve ekstrapiramidal reaksiyonlar görülebilir. Çocuklarda ve gençlerde ya da yüksek dozlar kullanıldığında daha sık görülebilen ekstrapiramidal reaksiyonlar; yüz, kol ve bacaklarda irade dışı istenmeyen hareketler, ender olarak boyun tutulması, göz küresinde irade dışı oynamalar (okülogirik kriz), bulber tipte konuşma ve çiğneme kaslarının felci veya tetanoza benzer distonik reaksiyonlardır. Bu tür reaksiyonlar geçici olup ilaç kesildikten sonraki 24 saat içinde kaybolurlar. Parkinson tipi bu reaksiyonlar, yaşlılarda daha sık görülebilir. Tardif diskinezi, yaşlılarda uzun süreli metoklopramid tedavisi sonucu görülebilir.


ilaç sektöründen bir ricam var. her zamanki gibi ciddi bir yazı yazmayım diye kasabilirdim ama bu sefer durum ciddi dostlar. metpamid diye bi mide bulantısı ilacı var.bu ilaç insanı insanlıktan çıkarıyor, dengesini bozuyor, insanı hastanede tuvaletinde bileklerini kesmeyi düşündürecek kadar kötü ediyor. piyasadan mı kaldırıyosunuz ne halt ediyosanız edin. yatacak yeriniz yok piçler :(

10 Şubat 2010 Çarşamba

bug

"...bu, oyunlar'da bir kez daha benden önde düşünüp içinde olduğumuz tehlikeyi sezdiği anlamına mı geliyor? yoksa... zaten deli gibi aşık olduğu anlamına mı? bilmiyorum. ben daha Peeta'ya olan hislerimi ayıklamaya başlamış değilim. her şey o kadar karmaşık ki?..." [sf 370, açlık oyunları, suzanne collins]

her şey o kadar karmaşık ki?

ya bu ifade bitmemiş miydi? macera-bilimkurgu-aşklımeşkli kitaplara da mı girdi be abi? lisede kaldı sanıyordum ben bunu ya. kitabı fırlatıyordum nerdeyse. olmaz olsun böyle çağdaş edebiyat, böyle roman, böyle yazar. lisedeki kız arkadaşlarımın romanını yapmışlar sandım bir an. hala sinirliyorum, tuğla gibi kitap yazıyorsun, böyle ifadeler kullanıyorsun, bu ne lan??

8 Şubat 2010 Pazartesi

elektrik alamadım

başkent ankara'da yaklaşık 4 saatlik bir elektrik kesintisi yaşandı dostlar. elektrikler kesildiğinde insan sahiden de yapacak en ufak bir iş bulamıyormuş, ben bunu tecrübe ettim. kombinin sönüp, ankara soğuğunun ağzınıza ağzınıza vurması da cabası.

bu durumda en iyisi yatağın içinde öyle mal gibi oturmakmış onu anladım.odanın ışığını da açık bıraktım ki gelince haberim olsun, kalkayım hesaabı. ara ara elektrik geliyo, kalkıp robdöşambrımı giyiyorum, hop geri gidiyo. yatağa gidip oturuyorum tekrar.

boyun devrilsin tedaş!maymun ettin beni.

ilahi Umut!

'uzay bizim işimizdir'

NASA

anket

neresi sıla bize, neresi gurbet temalı anketimiz sonuçlandı. sonuçlar gördüğünüz gibi çok saçma. sivas'la manhattan arasında kalmışız lan daha ne olsun! ne diyeceğimi bilemiyorum böyle bir durumda. hala beat kuşağına duyulan tuhaf saygıdan mı kaynaklanıyor bu durum, postmodernizmden mi diye sosyolojik çıkarımlar yapayım diyorum, üşeniyorum.

zaten anket sorusu başlı başına bir saçmalıktan ibaret, onu ne yapacağız? sonuç şu sanırım dostlarım:sivas bize sıla, manhattan ise gurbet.

öğrenim kredisi

ayın 7'si dışında herhangi bir gün İstiklal Caddesi:



her ayın 7'sinde İstiklal Caddesi:

adaletin bu mu dünya?



bu da johnny depp'in makyajlı ve makyajsız karısı.

güzel adam

karayip korsanları'nı izledikten sonra kafamı çevirdiğim her yerde gördüğüm manzara şundan ibaret:



bir de geçenlerde rüyamı yorumlayan arkadaş gizli eşcinsel olabileceğimden söz etmişti. bu mu lan gizli eşcinsellik, sorarım sana! burda hipnoz oldum resmen!

7 Şubat 2010 Pazar

ya altından kalkamayacağınız işe girmeyin be

HMM

"mutsuzum lan" dediğim anda gözlerim karardı, kolonyayla filan başımda toplandılar. bir hareketlenme oldu, bir garip koşuşturmaca sonucunda bir koltuğa uzandım, son sözlerimi söylemeye başladım: "gençler çok mutsuzum, bunca zaman sizlerden gizledim bunu, ben bu mutsuzluğa 5 sene önce yakalandım, 5 sene yaşarsın dedilerdi o zamanlar, amerika'da filan çaresi varmış, ama o kadar da paramız olmadığı için...". beni dinleyenler son sözlerimdeki acındırmanın doğal seyrine kendilerini kaptırmış ağlıyorlardı. "ya dağ gibi adam mutsuzluktan ölüyor, ben böyle kara yazının" diyenler oluyor, bazıları imam getirmenin vakti geldiğini söylüyordu. vasiyetimi söylemem gerekiyordu, şöyle buyurdum: "ben öldükten sonra Mutsuzluğa Karşı Savaş Vakfı (MUKASAV olarak kısaltılacak) kurulsun. tüm paramı bu vakfa bağışlayacağım. yeter ki bu illetten daha çok kişinin canı yanmasın".

hastalığımı gizliyordum. her daim iyi görünmeye, güzel giyinmeye (pek güzel kıyafetim olmasa da) çalışıyordum, yemekten, gezmekten, eğlenmekten zevk alıyordum. hatta sevgililerim bile oluyordu (bu hayattaki en önemli şeydir sevgili). kimse benim mutsuz olacağıma inanmadığı gibi, kimse de mutsuz bir insana nasıl destek olunacağını bilmiyordu. çağımızın diğer hastalığı AIDS gibi, mutsuzluk hakkında da yanlış bilgilere sahip olanlar vardı. o yüzden mutsuzluk hastaları halktan uzak, kendi başlarına, mümkünse bir odada tek başlarına bırakılıyor, ömürlerinin kalan kısmını yalnızlık içinde geçiriyorlardı. pek konuşmuyor (konuştuklarında havaya hastalığın mikropları yayılıyormuş), pek yemiyor, pek eğlenmiyorlardı. ben de bu yüzden hastalığımı gizlemiştim, ta ki artık gücüm kalmayana kadar. kendimi gizlemeyi başarmıştım ve ölümüm de diğer ölümlere nispeten daha ağrısız geçicekti.

gözlerim kararıp düştüğümde sanırım herkesin her şeyi bilmesi gerekiyor diye düşündüm, ömrümün kalan saatlerini de bu saçma yazıyı yazmakla geçirdim ve bu hastalığın önemine dikkat çekmek istedim.

dostlarım, 5 Aralık 1922 itibariyle bu hastalıktan ölen (ölmek üzere olan, çevirmenin alternatif çevirisi) nice insandan sadece biriyim. gelecek nesiller bu hastalıktan umarım nasibini almaz. kib. görüşürüz.

imza:
Adam SHEPHARD.

jonathan swift üzerine saykodelik inceleme

jonathan bir gün yine maceraya atıldı. bu kez macerasında bizim eve geldi. evde oturuyoruz elemanla. halen kendisine ingiltere'de bir piskoposluk verilmemesine içerlemiş, beraber elma şarabı içiyoruz. bakıyor böyle "aga siyasilerin bir kısmı devdir, bir kısmı cücedir". hayırdır diyorum. bak şöyle diyor "sen onlara hizmet ederken onlar devdir, onların sana hizmet ettiğini düşündüğünde onlar cücedir". piskoposluk yattı değil mi dedim. "yeaaa işte benim gibi emektarları değil, saraya yakın olanları atarlar, beni de irlanda'da bir kiliseye papaz olarak atarlar" dedi. dedim bak dedim, dışarda milyonlarca işsiz var, o maaşa herkes çalışır. "ama ben saraya o kadar hizmet ettim, karşılığı bu olmamalıydı" diyor hala.

içiyoruz. ben koştum bira aldım fazladan. thomas more'dan falan konuştuk, devlerden cücelerden epey bahsettikten sonra, dedim ki "size does matter, or not matter bro?". gülüyor dingiliz. britanyalı pezevenk.cücelerle, devlere bu kadar takmasından kelli bu soruyu sormak zorundaydım. ada'nın örf adetlerine uygun bir şekilde konuyu kapamaya çalıştı. soruya cevap ver diye üsteledim. aslına bakarsan ben olaya hiç bu yönden bakmamıştım, bizim dönemde böyle şeyler yoktu dedi. biranı iç biranı pis herif dedim. sinirlendim epey.

beraber canıtın'ın kitabından bir bölüm okuduk. ben biraz güldüm bunun yazdıklarına. "okuyucuyu detaya girerek sıkmak istemiyorum" falan yazmışsın dedim, sıkıntıdan öldüydük zaten sağolasın dedim. bozuldu. tamam be zamanında zevklen okuduydum kitaplarını diyordum ki birayı üstüne ve halıya döktü ibiş. annemin halısına bira dökülmesine çok kızdığımdan, koş mutfaktan bez alıp gel diye bağırdım. gitmiş masa örtüsünü getirmiş, bir tane enseye şaplak attım cahilin. etrafı sildikten sonra, kitaplarını artık çocuklar okuyor ne diyorsun diye sordum. "detaya girerek seni sıkmak istemiyorum" dedi.

canıtın'ın gitme vakti gelmişti. bizim evdeki bu macerasını da yazacağını söyledi. bizim eve nasıl geldiğinden, benim ona ne kadar kötü davrandığımdan, evdeki eşyalarn sikkoluğundan, mutfaktan felan bahsedeceğini, bizim evden nasıl "kurtulduğunu" (bizim evin çok yakınında bir yük gemisi geçiyordu, geminin kaptanına el salladı bu, beyaz bayrak açtı filan, tayfalar bir filika ile çıkageldiler, bu da arkasına bakmadan gitti) filan anlatacağını söyledi. bizim tuvaletteki dev yaratıktan ve yemeğin içinden çıkan mikrochip'ten de bahsedeceğini söyledi.

canıtın gitti, ben de bira şişelerini bakkala verip bir tane daha bira aldım. işte öyle yani.

hahahaa

gerçekten de ölmüş. işte o haber:




İngiliz Kraliyet Ailesi'ni Sarsan Gelişme

Sık sık tebdil-i kıyafet halk arasına karışması (ve prens olması) ile tanınan Prens Henry'nin son halk arasında yaşama macerası, İngiltere Kraliyet Ailesi için trajik bir şekilde sonuçlandı. Henry'nin tahttan feragat ettiğini ve hayatının geri kalanını İstanbul'da sürdürmeyi düşündüğünü söylemesi, Ada'da soğuk duş etkisi yaptı.

İngiliz Kraliyetinin "Altın Çocuğu" idi

İngiltere tahtının gelecekteki varisi olarak gösterilen Prens Henry, yıllardır halktan biri gibi yaşamak için her tür ortama girmesi, esnafla senli benli olması ile dikkat çekiyor, mutevazi tavırları nedeniyle İngiliz halkı tarafından da çok seviliyordu.

Daha çocukken yardım kuruluşlarında çalışmaya başlayan ve kılık değiştirip yaşlıların karşıdan karşıya geçmesine yardım eden Prens, birkaç sene önce Afganistan'da görev yapan İngiliz kuvvetlerine kısa dönem er olarak katılmış, olay basına yansıyınca birliğinin güvenliği için risk oluşturması sebebiyle İngiltere'ye geri dönmek zorunda kalmıştı. Kraliyet Ailesi'nin de onayladığı bu tebdil-i kıyafet maceraların sonuncusu ise İstanbul'da gerçekleşti. Ancak bu defa olaylar beklendiği gibi gelişmedi.

Barınma Problemi Yaşadı


Kraliyete yakın kaynakların belirttiğine göre Prens Henry İstanbul'da halktan biri gibi dolaşmaya başladıktan sonra ciddi bir barınma sorunu ile karşı karşıya kaldı. Bir iki hafta ucuz motellerde kalan Prens daha sonra İstanbul'da edindiği arkadaş çevresi ile birlikte eve çıkmaya karar verdi. Henry kısa sürede kendini dini cemaatlerin içerisinde buldu.

Cemaat Evlerinden Dersanelere


İngiliz gizli servisinin yaptığı istihbarat çalışması neticesinde, Henry'nin Sultanbeyli'de bir dairede sekiz arkadaşı ile birlikte yaşadığını ve bir dersanede İngilizce öğretmeni olarak çalışmaya başladığını öğrenen Kraliyet Ailesi, işin kontrolden çıktığını düşünerek Henry'i geri çağırdı. İngiltere'ye dönmeyi reddeden Prens Henry'nin, "Abiler '200 kişiyi daha Zaman Gazetesi abonesi yapmadan dönersen hakkımızı helal etmeyiz şakirt' diyor. Daha 6 kişi bulabildim. Bu şartlarda nasıl İngiltere'ye döneyim mubarek?!" şeklinde bir gerekçe öne sürmesi olayın boyutlarının sanıldığından daha vahim olduğunu ortaya koyuyor.


Arkadaşları Memnun


Henry'nin yeni arkadaşları ise muhabirimize Henry'nin prens olduğunu yeni öğrendiklerini, mütevazi kişiliği ve çalışkanlığı ile cemaatlerine kısa sürede uyum sağladığını söylediler. Tüy bıyık bıraktığı ve dudaklarının şimdiden muhafazakar islamcı ıslağı olduğu gözlerden kaçmayan Prens Henry ise basına konuşmayı reddetti.

Henry'nin çok güzel maklube ve patatesli yumurta yaptığı da gelen bilgiler arasında.

ahahahaa

gerçek facebook

rüyalarım gerçek oldu!

5 Şubat 2010 Cuma

nokturnal

neden uyuyamıyorum lan ben! neden ha! n'aptınız bana piçler!

bu durum sona ermezse yakın zamanda kötü şeyler olacak, fight clup tarzı şeyler olacak. koru kendini!

(tamirci çırağı sanırım şu hayatta dinleyip dinleyebileceğim en acıklı şarkı)

4 Şubat 2010 Perşembe

diziler 2

aşağıdaki dizi temalı yazıyı görünce dayanamadım, hemen ben de yazayım dedim canlar.
evet, soğuklar fena. ankara soğuğu istanbul soğuğunun ağzına sıçar üstelik. o yüzden ben eve daha çok mahkumum :(


how I meet your mother var, biliyorsunuz. ne günlerdi. yurtta kız kıza izler, aha aha diye gülerdik. şimdi onlar geçti. ankara'da tek başıma ehe ehe diye gülebiliyorum ancak :( zaten ara da verdiler. kötü oldu.

bir de bu kalp seni unutur mu, var. bir nebze diğer türk dizileri bi bokuma benzemediğinden, bi nebze de eski solculuğumdan dayanamayıp izliyorum, napiyim. bu diziyle ilgili çok ciddi eleştirilerim var, niye bu kadar ciddiye aldıysam artık, ama üşeniyorum yazmaya. ama en önemlisi hep nefret ettiğim manyak bi entellektüel kaygıyla çekilmiş olması. onun dışında son bölümünde 'fanzin' dediğimiz şeyin ortaya çıkışıyla ilgili birtakım konuşmalar geçti. aklıma sevgili küçük ahkam'ım geldi. mutlu oldum :)

ayrıca melis birkan denen gerizekalı,oyuncudan başka her bir halta benziyor. allahım o ıssız adam'daki 'ben acıktım' repliği hala gözümün önünden gitmiyor, evlerden ırak.

bu kadar.

diziler

çokmuş lan. lost da başladı. 4. sezonda bıraktım. öyle de kalsın. claire gelmiş diyorlar, heyecanlandım itiraf edeyim haha. siyah saçları iyiydi:/
dexter, mad men, merlin şu an için yetiyor. üç dizi de yeter anasını satayım. arka sokaklar var haftaiçi her gün yayınlanıyor, oturup annemle seyrediyoruz. hiç de eleştirecek değilim, yormuyorlar insanı, bağımlılık yaptıkları da yok, otur seyret işte freş.
mad men'deki abla da iyi. dur onun da fotografını koyayım ajfsda.
tatilde kar yağması iyi olmadı, diziler baş tacı oldu, olmuyor böyle sevgili sibirya soğukları, geldiğin yere geri dön, mümkünse siktir git. ulan evden dışarı sigara, dergi almak için çıkıyorum olaya bak. dışarı da çıkılmıyor, sigara içemiyorsun, ufoların altında götün dona dona içtiğin biranın tadı mı olur? olmaz. kadıköy barlar sokağındaki sıfır kollu kot ceket giyen hayvan, ibnetor aerosmith çalınca "süpırrrr yeaaaa adamımmm" diye barmene ne diye hareket çekiyon? piç sen de dizi seyreden adamsın lan, götün başın oynuyor. git üzerine bir şey giy yavşak, kızları da almış gelmiş ahaha.

3 Şubat 2010 Çarşamba


batak öğrenmek bu dünyanın en zor işiymiş dostlar. canımdan can gitti ama şimdi ister eşli, ister ihaleli hepinizin eline veririm! hahhayt!

sirk



uzun zamandır haber izlememekten, gazete okumamaktan kaynaklı cehaletle iç içe bir huzur içerisindeyken dün tesadüfen rastladığım haber bülteniyle yıkılıyorum. milletvekili diye birtakım hayvan öküzlerini seçmişler. ben seçmedim yani, onlar seçmişler. kendi başınızı yiyin diyip işin içinden sıyrılmak mümkün ama siyasal bilgiler fakültesindeysen aldığın gündem politikasının dışında kalma kararını bi yerde sorgulamak gerekiyor. o yer de burası oluyor sanırım.

hayır yani ne şekilde kendinle bu devlet arasında bir bağ kurup, yerini sorgulayıp, üstüne ne yapman gerektiğine kafa yorabilirsin ki böyle bir durumda? vardığın nokta hep 'çekip gidicem bu ülkeden yeaa' oluyor, o da ikna edici olmuyor. ama nah buraya yazıyorum, ben de sizin adına devlet dairesi dediğiniz sirklerinizde çalışırsam günün birinde(yani hepimiz insanız sonuçta, şimdi şeyapmayın ama), gelip mezarıma işeyin. bu kadar da netim yani!

haklı

mhz recep tayyip erdoğan

peygamber olmuş. kutluyorum kendisini. hatta  peygamberliğine karşı gelenlerle ufaktan  sürtüşmeler başlamış. hayırlısı.

$iir

1. ariadne rus toprak ağalarıyla çulluk avında
çay içelim buyur elbistan bardağıyla, çizmelerini de getir

2. merhaba: altı ok'tan en kısası, halktan yana olanı.
git otuzuna merdiven daya ariadne, açık pencerenden
saçlarını boyama ev hanımlığını meslekten sayarak
öğretmen dedi ki akdenizli kadınlar hepten maki (ne olacak?)

3. öğretmenim, amerikalı kadınlar hep seksten konuşuyor
aklım orda kalıyor, dikkatim derslenmelerimden dağılıyor

4. coşkunluğunu gençliğine bağlıyorum diyor karaduygulu kız
gençliğimi, gençliğime yedirmem gençler! (bağırdıysam özür dilerim)

5. altı ok'lardan en uzun olanı devletten yana, haha, haha, haha,
merhaba ariadne yanaklarının kızarıklığından bir tokat alınmış (mış)
vurduklarınızı geri alın, murat kara benim, ben konuştum tahtayı boydan boya
lütfen! vakanüvis burak birahanede gizem'in bacaklarından söz açma

6. ibrahim müteferrika oyuna son saniyelerde giriyor, umudumuz
müteferrika, kaç basım yaptı ahmed arif'in kurşunladığı kalpler?
of! solcu şairlerin üniversitede gözü yaşlı bıraktığı sevdicekleri (ne nostaljik)
ariadne seni kimse acılarına ortak edecek kadar duygusuz değil (olabilir)

7. yibo'larda çift maaşlı gestapolar; çocukluğunu annesinden başkaları dövüyor (ne yazık)
hamamda bir kadın annesine sövüyor çocukluğunun kulaklarından tutarak (çok acı)

8. son okuduğu kitap içinde deniz kaybolmuş bir şehir
satır aralarında otobüsler yolcu alıp indiriyor (öyle güzel)
ariadne otuzunda ani fren yapıyor, rus sosyesetesine giriyor (kitaplarda)
uzun favorili bir subay dansa kaldırıyor kibarlıktan öldü ölecek (çok yaşamaz)

9. rockçılardan iyi arkadaş olurdu-gibiydi, kıvırcık saçlılar pek mühimdi
sen ne güzel kadındın be kadın be kadın sen ne güzeldin derdim (geceleri)
öğretmenim, akdeniz bölgesi aniden bitiyor direksiyonu sola kırmazsak denize düşer miyiz?
ariadne, akşama şarap köpüğü soslu elma var 9. sayfada. merhaba: cibril? (neyse)

1 Şubat 2010 Pazartesi