30 Nisan 2010 Cuma

1 Mayıs

1 Mayıs işçi bayramıdır. 1 Mayıs sadece ve sadece geçmiş zamanda anlamının tam karşılığını bulabilmiş özel bir gündür. türkiye'de işçi sınıfı yoktur, olsa bile sınıf bilinci yoktur. işçiler birbirlerini sevmezler, işçiler sendikaları sevmezler. hiçbir işçi 1 Mayıs'ı kendi günü olarak kabul etmez. 'ülkemiz'de her güzelliğin içi boşaltılmış olduğundan, 1 Mayıs artık sadece liselilerin, üniversitelilerin, tiksinç bir marjinalite kaygısının boy gösterdiği sembolik ve anlamsız bir rant aracına dönüşmüştür. ben 1 mayısta yök'e hayır sloganını duymuş insanım. ben 1 Mayıs'ta herkesin ne yaptığını, ne demeye çalıştığını çok iyi biliyorum. beni daha fazla çağırmayın, taksime çıkmıyorum.

ha ama eğlencelidir, sosyolojik gözlem yeridir. böyle konuştuğuma bakmayın. belki zırtlan için fotoğraf çekmeye giderim.haha.

28 Nisan 2010 Çarşamba

o'nun hikayesi

fakültenin kapısına geldiğinde sigarasını yere attı. sigarayı bırakmak bir nevi varoluş problemine dönüştüğünden beri bu konu üzerinde düşünmek istemiyor. sigarayı bırakıp bırakmama üzerine yaptığı düşünüşlerin bir nevi felsefe problemine evrildiğini farkettiği an, neden yaşamak için bazen birşeylerden fazladan ödün vermesi gerektiğini de anlamıştı.

derslere ara sıra giriyor. derslere girmediği zamanlar ne yapıyor? korkarım bunu hiçbirimiz tam olarak bilemeyeceğimiz. uyuyordur belki bol bol. uyku en iyi kaçış yöntemidir, quotesini okuduğundan beri belirgin bir uykusuzluk hasıl oldu bünyesinde. safi bu durum bile sizin onu anlama işinizi biraz kolaylaştırabilir. (onu anlamak başlı başına bir iştir)

arkadaşları vardır. kimini çok sever, kimiyle öylesine arkadaştır. çok sevdikleriyle zaman zaman çok büyük ayrışmalara girer. biriyle çok vakit geçirmenin olağan bir ayrılık sebebi olduğundan hemen hemen emindir. bu nedenle çok samimi olduğunu düşündüğü insanlarla, doğru zamanın geldiğini anladığında bir bahane bulur ve kavga eder. genelde karşısındakini kendi hayatına fazlaca müdahil olmakla suçlar, yönetildiğini hissettiği an tiksindiğinden bahseder ve karşısındaki insanı kırar. kendisi de kırılır belki. ilk önce bünyesine rahatlık çöker, ardından pişmanlık, en sonunda da ben çok yanlış bir insanım zaten diyerek işin içinden sıyrılır.

belirli aralıklarla-genelde bir hafta- bundan sonra ne olacak, sorusu üzerinde düşünür. yedi yaşından beri hayatı sorguladığını anlatan bir arkadaşından dolayı, yedi yaş ve sonsuzluk ikilemi arasında kaldı. attığı ve atılan tüm adımlara insan cephesinden değil de tanrısal bir düzlemden bakmaya çalıştı. başka türlüsü acizlikti, yapamadı kuvvetle muhtemel. kendi sınırının farkında olsa, belki o sürekli küçümsediği insan kalabalığı içinde yer alabilecekti, bütün dışlanmışlık hissi ortadan kalkabilecekti. kendi sınırının farkında olmayı en başta edebiyata ihanet olarak görürdü. olmadığın birini yaratmanın karşı konulmaz cazibesini çok küçük yaşlarında farketmişti. olayları, sözle değil kelimelerle ve kafasındaki hayali bir daktilodan dökülen cümlelerle ifade etmeye başladı. bu zaman zaman sıkıntılı bir hal alıyordu. çünkü hayati fonksiyonlarını yerine getirmekte zorlanıyordu. ağzından çıkanlar, kafasında dönüp dolaşanlardan katmer katmer farklıydı.

içiyle dışının her zaman birbirinden farklı olması da tam bu zamana denk gelir. hiçbir zaman gerçek anlamda ne hissettiğini anlatamadı. insanlara fazladan değer vermediği halde anlatamadı. insan eksiltmenin manevi boyutuyla değil, dünyevi boyutuyla ilgilenirdi. oysa hep tam tersini iddia etmiştir.bu insan,teoriyle pratiğin en iflah olmaz uyuşmazlığının boy gösterdiği somut bir örnekti. fakat onu kitaplardan okuyamazdınız. yazılmasına izin vermedi. çünkü hiç renk vermedi.

çizgi filmleri severdi. vurdulu kırdılı filmleri de severdi, yanlış anlaşılmasın. ama çizgi filmleri daha çok sevdiğinden olsa gerek, küçükken sevilen her insanın aynı derecede sevgiyle karşısındakine cevap verdiğine inanırdı. aksi aklına bile gelmezdi, dünyasında bu yoktu. o yüzden annesi 'inşallah senin çocuğun da sana aynısını yapar' dediğinde, normalden fazla hayal kırıklığına uğradı.ikinci normalden fazla hayal kırıklığı, bakışlarına aynı şekilde karşılık verilmediğini gördüğü ana denk gelir. biraz ağlamıştı, evet.

zor bir şey onun öyküsünü yazmak. ama hep denemeye gönüllü birileri olmuştur.

tbc...

hobo: komşu kadın

hobo: demek burdan taşınıyorsunuz? nereye gideceksiniz?
komşu kadın: şehrin merkezine yakın bir yer olması ilk tercihimiz. burası da yakın ama bize göre değil.
hobo: hmm anladım. ev bulmak sıkıntı olmuyor ama iyi bir ev sahibi bulmak büyük sıkıntı. ev sahibi bir kere bunak olmamalı. bunaklar mutfaktaki yağın kokusunu alacak kadar keskin duyumlara sahipler. ansızın gelip akşama yemekte ne var? diye sorabiliyorlar.
komşu kadın (gülerek): evet, evden ziyade ev sahibinin zevkimize göre olması gerekiyor. ev sahibinin geniş rahat, güneş gören biri olması lazım.
hobo: ha-ha! ev sahiplerini de kiralamak lazım geliyor artık. onlara da belli bir ücret ödemek şart. acaba iyi bir ev sahibi kaça gelir?
komşu kadın: duyduğuma göre -kadın iyice şakaya vurarak- bazı semtlerde ev sahipleri evin kirasından daha pahalıya geliyormuş.
hobo: tabii. şöyle modern, hak hukuk bilen ev sahibi bulmak o kadar zor ki, eh haliyle iyileri kapış kapış gidiyor. tabii bizim ev sahibi de...
komşu kadın (hobo'nun sözünü keser): şu adamdan söz açmayın lütfen! böyle bir semtte ev sahibi ama bu semtin insanı değil. kadın biraz sinirlenmişti. ev sahibinin kaba davranışları, anlaşmazlığı epey canını sıkıyordu.
hobo: evet, evet.


hobo bir an konudan soğudu. bu konuşma dedikoduya varır diye kestirdi. dedikodu yapmayı seviyordu ama "komşu kadın" ile asla! onun kafasındaki komşu kadın farklıydı, bu kadın kafasındaki komşu kadına uymuyordu. onu fazlaca meraklı ve geveze buluyordu. kadınla neredeyse yaşıtlardı. fakat kadın kendini apartman insanı rolüne kaptırmış gibiydi. aidatlar ödenmezse ya da apartman temizliği biraz gecikse ilk kadın konuya atlıyor, tartışmalara giriyor, hatta bazen merdivenlerde bağrışmalara katılıyordu. komşu kadın bu tartışmaların hiçbirinden geri kalmıyordu. hobo kadınlar konuşmasını nasıl bitirdiğini kadının ne zaman evine girdiğini, kendisinin ne zaman salondaki koltukta oturup düşünmeye başladığını hiç fark etmedi bile.


Komşu Kadın. çok acayip. ona hep komşu kadın diyorum. bir adı var ama sanki o ad beklenen etkiyi yaratan bir ad değil. komşu kadın'dan daha iyi bir adı olamaz. bu kadın üniversite mezunu, çalışan bir kadın. giyimi kuşamı eh yani. bakışları biraz ukala. sanki gözlerinde zeka süzgeci var. konuşurken sürekli insanların kafatasına bakıyor. ne acayip bir huy. kafatasında neler olup bittiğini anlamaya çalışıyor. o kafatası kendisiyle aynı fikirde mi değil mi çok meraklanıyor. bu kadın gelenek ve göreneklerimizi yaşatmaya çalışan ama bir yandan da bunları "konsept" -bir konuşmamızda saydım on kere kullandı bu kelimeyi- olarak yaşatıyor. batılı ve doğulu kadın. en has kadındır özellikle üniversite kantininde. sıcaktır, içtendir ama garip bir iticiliği de vardır, batılılığından olsa gerek! Komşu Kadın -umarım kafatasıma bakarken ona komşu kadın diye seslendiğimi anlamamıştır- kocasının yanındayken daha da itici oluyor. evet. acaba benim karım da yanımdayken başka erkeklere itici geliyor mudur? bunu kasten yapıyor sanırım. hatırlıyorum liseli kızlar sevgilileri olduğu zaman bizlere oldukça soğuk davranırlardı. onlar soğuk davrandıkça onlara hayranlığımız daha da artardı (hayranlık?). Üniversite Mezunu Komşu Kadın. onun üniversite mezunu olması canımı sıkıyor, lise mezunu olsaydı daha oturaklı bir yapısı olurdu sanki. daha ev kadını imajı sergilerdi. lise mezunu üst komşumuz tam bir ev kadını. Komşu Kadın'da dikkatimi çeken başka bir özellik kibarlık budalası olması. evet kesinlikle. fakat beceremiyor. sanki birkaç rus yazarın kitabını okumuş da o kitaplardaki kadınları taklit ediyormuş gibi hali var. bir de ne zaman karşılaşsak ve bir şeylerden konuşsak yüzü bana dönük değil de sanki bir tarafa gidecekmiş gibi o tarafa dönük. bu da korunma mekanizması sanırım. seni arzuladığım filan yok kadın! Komşu Kadın. oysa zamanında üniversite mezunu bir kadın ne kadar da çekiciydi, üstüne bir de çalışan kadınsa! şimdi ne kadar da sıradan bir şey oldu. çekiciliklerini nikah dairesinde damadın ayağına basarken üzerlerinden atıyorlar. Üniversite Mezunu Nikahta Kocasının Ayağına Basan Komşu Kadın.


hobo komşu kadın hakkında zihnini zorlamaya başladı. hakkında: hoşlanmadığım bir kadın.


bu komşu kadın mevzusu... evet düşünülecek bir şey. sanki diğer tüm konular bu konudan önemliymiş gibi niye geçiştireyim ki bu meseleyi? pekala da Komşu Kadın bir tartışma unsuru olabilir. neyse. komşu kadın buraya ilk taşındıklarında kocasıyla beraber onu evimizde eşyalar taşınana kadar evimizde ağırladık. iki saat konuşmuştuk. kadınla aramızda iletişim çok iyiydi. sıkıntılı bir muhabbet olmamıştı, konuşacak çok şey bulmuştuk. çünkü düşünmüyorduk (hah ha). kadının ihtisas sahibi olması, iş yaşamında olması çenesine vurmuştu sanırım. böbürlenmekle yetinmiyor, sürekli haksızlığa uğradığından, çalıştığı yerdeki düzensizliklerden, kendisine sorulmadan herkesin dinlediğinden emin bir şekilde bahsediyordu. arada ben de yorumlar yapıyordum. Meyra (tanıştırayım karım!) da bazen kadını onaylamakla yetiniyordu, yangına körükle gidiyordu oysa. kadın onaylanmış olmanın verdiği coşkuyla asmadık kelle bırakmıyordu, sanırım o hariç çevresindeki her şey bayağı ve kabaydı. işte ben de muhabbete müdahil olmuştum.


"tabii canım herkes üstüne düşeni yapmıyor" diyordum. otoritenin lehine, tembel ve sorumsuz insanları eleştiriyordum, nedense siyaset konuşulan ortamlardaki gerginlik salona yayılmıştı. birileri aptal, beceriksiz, iş bilmez oluveriyordu; biz karar veriyorduk buna. Komşu Kadın becerikli, azimli, çalışkan, pratik zekalı oluyordu; buna kendi çok önceden karar vermişti. ben buna pek katılmıyordum (içimden). Meyra da sadece konuşmanın gerginliğine ayak uyduruyordu, o kimseyi aptal bulmuyordu (eminim ki içinden bu kadını aptal bulmuştur). işte eğitimli insanların tartışması! mükemmel! bir anda her şeyin kötü yönetildiğine, kalitesiz işler yapıldığına, patron kısmının ahmak, siyaset kısmın vizyonsuz olduğunu kanıtlamış; başka meselelere geçmiştik.


bu tartışmanın bitmesi beni rahatlatmıştı, can sıkıcı bir konuşmaydı sonuçta. herkes biliyor ki siyasetçiler aptaldır, çünkü aptal oldukları için onları seçtik. bu arada benim bir düşüncem de şu, Komşu Kadın'ın kocası da biraz ahmak sanırım. Meyra akıllı, ben akıllıyım, bu komşu kadın da aptal. en güzeli bu. eğer meyra ile de tartışmaya girseydik, meyra da aptal olacaktı, geriye bir ben kalıyorum akıllı olarak.


meyra, bu konuşkan çift gittikten sonra "rahatsız edici bir çift" dedi. işte benim kadınım. nasıl da özü yakalamış? nasıl? Komşu Kadın oldukça açık seçik fikirli (acaba?) bir insana benziyordu. daha doğrusu herkes tarafından bilinen ve her tartışmanın sonuna doğru zırvalanan ortalama düşünceleri dile getiriyor, Aydın Türk Kadını oluveriyordu. sarı saçlı, siyah kaşlı Aydın Türk Kadını, tek parça elbisesiyle, hem de komşumuz. aman ne mutlu bize! meyra ve komşu kadının kocası suskun kalmışlardı. sanırım adam karısının yanında konuşmakta zorlanıyordu. Komşu Kadın adamı kuşatmışa benziyordu, olabilir. her şeyi ben bilirim, beyim değil, boşuna mı saçlarımı sarıya boyattım?


meyra'nın suskun kalışı ilgisizliğindendi. bir ara konuşmaya katılmakta istekliydi, o arada kadınca hisleri devreye girmiş olabilir. ben o arada komşucukla mesafeleri hızla eritiyordum. haha! işte o anda meyra, son yaptığım komiklikten sonra koluma girip benden şefkat (?) talebinde bulunmuştu. alçak meyra! hoşuma gitmişti bir yandan da. meyra ile ben hep sevimli bir çift olarak biliniyorduk, sevimli olan bendim (sanırım), sevimliliğimizi taşıyan da meyra'ydı. iyi görev paylaşımı. Komşu Kadın, yine kadınsal hislerinden ya da meyra'nın sahiplenici hareketinden olacak mesafeyi tekrar açmıştı. meyra'nın endişesi boşunaydı, bu kadından hoşlanmamıştım. ama bir muhabbet nasıl sürdürülür gerek iş yaşamında gerek aile yaşamında iyice öğrendiğimden yeni komşularımızın sıkılmaması için elimden geleni yapıyordum.


Komşu Kadın'dan neden hoşlanmamıştım? cevabını biliyordum, bu kadın rahatsız edecek kadar açık seçikti. sanki bu görüntüsünün ardında hiçbir görüntü yok gibiydi, bana öyle geliyordu ki bu kadın göründüğü kadardı. oysa meyra? gizemlidir meyra, ben gizemli kadınları severim! meyra kapalı bir kutuydu (önceleri), sevilecek tarafları hiç göstermediği taraflarıydı belki de. oysa şu komşu kadın bas bas bağırıyordu "ben bu kadarım" diye. oysa herkes onu sevecen, paylaşımcı, sıcakkanlı sanabilirdi, yemezler! ben yer miyim? bu devirde ya gizemli ya da sanatçı olacaksın. transparan giysi gibi anlık şehvetlere davetiye çıkarmanın anlamı nedir? öff! insan doyumsuzdur, o yüzden bilinmeyene sığınır, yönelir. sen ne yapıyorsun Kocası Pısırık Komşu Kadın, ben burdayım diye yırtınıyorsun! evet ordasın bunu bilmek hiçbir şey ifade etmez, bir süre sonra senin orda olduğunu görmezden gelebiliriz. meyra koluma girerek seni nasıl kendine getirdi, ya da beni? Açık Seçik Komşu Kadın tanıştığımıza memnun oldum, sanki biraz sıradansınız sanırım, ha? ne tür müzikler dinliyorsunuz? hangi köşe yazarlarını okuyorsunuz? elbiseniz de çok yakışmış. tatilde nerelere gittiniz? ah siz, elde edilmesi ve kaybedilmesi kolay olduğu için bir arzu nesnesine kolayca dönüşebiliyorsunuz. senin de tüm hünerin bu demek! hmm. pardon, onu arzuluyor muyum? şu an değil. hmm. sonra arzularım. olabilir.


komşu kadın zihninden gitti. nereye gittiyse? gitsindi bakalım.

beyler ayıp oluyo ama :)

hobo: yürüyelim arkadaşlar! hey!

evden çıkınca ilk sokaktan yukarı saptığımda caddeye çıkıyorum, bilmediğim bir sokak yok tabii. hepsini biliyorum ama sadece bu sokaktan caddeye çıkmayı seviyorum. ne büyük bir özgüvendir caddelerde yürümek. herkes yürüyemez mesela, ben bazılarının yürüyüşünü gayet aptalca buluyorum, yürürken kollarını çok sallayanlar, adımları arasında ritm yakalayamayanlar oluyor. şaşırıyorum, yürümeyi beceremeyen insan nasıl olur evlenir çoluk çocuğa karışır? bu insanların çocukları emekleme çağında kalır diye endişeleniyorum! fakat bu insanlar caddede yürümeyi öğrenecek kadar kendilerine ve çevrelerine dönük değil. bir insan hem kendisine hem de çevresine duyarsız olur mu? olamaz mı? bak yürüyemiyor adam işte. kolları bedeninden ayrı sallanıyor, bacakları ortadan ayrılacakmış gibi yürüyor.


caddeleri seviyorum, camekanları, garip dükkanları, tabelaları, vitrinleri, vitrindeki mankenleri; tüm bu renkliliği seviyorum. bir vitrini tamamlayan kadını da seviyorum, onu da seyretmeye değer buluyorum. seviyorum. mağazaları çok seviyorum, kadınların bizden uzakta oyaladıkları için. ya onlar da olmasaydı? mağazalara nasıl teşekkür etsem az, her bir mağaza sahibini sevgiyle kucaklamak istiyorum. alışverişin hep ticari boyutuyla ilgilenen ekonomistler şunu bilmeli ki, camekanlar parayla tertemiz ışıldamıyor, kadınların renkli dünyalarıyla ışıldıyor- bu bir iltifat mı? iyi düşün.


yine caddeye döneyim. zaten birkaç cadde var insanlar orada yürüme eksersizleri yapıyor. anneler çocuklarını bu caddelere çıkarıp yürütüyorlar. her şey caddede oluyor, caddede olmayan bir şey o sıkıcı kutu gibi evlerde olamaz; anneler çocuklarını, patronların işçilerini, partiler seçmenlerini, öğretmenler öğrencilerini, piyanolar tuşlarını caddelerde eğitiyor, öğütüyor, şekillendiriyor. evde neler oluyor? evde hiçbir şey olmuyor, bir gece bir adamla bir kadın yorganın altında uykusuz oynaşırken dokuz ay sonra aynı yorganın altında uykusuz kalıyorlar. evde bunlar oluyor, yan evde de bunlar oluyor, konaklarda da bunlar oluyor, villalar da? her yerde diyorum aptal!


caddeleri seviyorum, sokaklar bana sıkıcı geliyor. sokakların bir sahibi varmış gibi, o sahip kim bilmiyorum fakat öyle biri var. bir gün çıkıp gelebilir ve o sokakta uyulması gereken kuralları listeleyip önümüze koyabilir. biliyorum öyle biri var, ama bu sokaktaki hangi evde oturuyor bilmiyorum. sokağın sahibinden korktuğumdan bu sokakta ve diğer sokaklarda göze batmamaya özen gösteriyorum. mesela sokağımızdaki güzel kadınlara hiç bakmadım (baktım), onlara bakarken hep korktum. nasıl bir korku bilemezsin! sanki vuracaklar beni bir kadınla göz teması kurdum diye, kadın da aynı hisleri yaşıyor biliyorum. sokağın sahibinden o kadar korkuyorum ki.


caddelere çıkalım n'olur? caddelere çıkalım n'olur? lütfen!

27 Nisan 2010 Salı

selamsız

bugün okulda çok eğlendim. güldürüşlü şeyler oldu. bir hocamız var ismi lazım değil. saçları beyaz ve uzun, fakat buna rağmen kaşları simsiyah bir tip. bir nevi dişi gandalf. korkutucu bir yanı yok değil.

işte ben bu hocaya başından beri tepkiliyim, çünkü saçma bir insan kendisi. sürekli interaktif ders işlemek istediğini söylüyor fakat her soru sorduğunuzda 'ne demek istiyorsun, benimle ilgili birşey mi ima etmek istiyorsun' tarzında çıkışlar yapıyor.

derse biraz geç kalmıştım. kapıyı açtım, ama sınıfın pencereleri açık olduğundan kapı çarparak gürültülü bir şekilde kapandı. en öndeki sırada hoca oturuyor, kürsüde bir arkadaş sunum yapıyor. ben de en arka sıraya ilerleyip oturdum.

dersin ilerleyen vakitlerinde hoca birden çıldırdı. sabahtan beri sınıfa sorular yöneltiyor, kimseden çıt çıkmıyordu. hızını alamadı, böyle siyasal öğrencisi olmaz olsun falan dedi. sonra sakinleşti. yalvarır bir sesle sordu: 'ne olur birşeyler söyleyin, neden böyle yapıyorsunuz? içim acıdı kadına. 'hocam sürekli çemkirme halindesiniz, paranoyakça tutumlar sergiliyorsunuz, bizim de konuşasımız gelmiyor. ayrıca avrupa yerel yönetimler özerklik şartı hiç de sempatik bir konu değil' dedim. bana içtenlikle hak verdikten sonra gerçek derdini döktü: 'sen sınıfa girdin, ben önde oturuyordum, bana selam vermedin' deyince ben kahkaha atmışım. egoya bak ya, sapık. sesi gittikçe çatallaştı, ağlayacak sandım. bu sizinle ilgili değil, ben selam vermeyi pek sevmem falan diye açıklama yapmak zorunda kaldım. sınıftaki birkaç zekasız da, hocam bu onun doğal hali aha aha diye güldü.

dersten çıktığımda bana takmış gibiydi. nefret kusarak yüzüme baktı. galiba bu dersten kaldım ahahaa. hocaya selam vermedim diye bir dersten kalkmak zoruma gidiyor a dostlar.

26 Nisan 2010 Pazartesi

Republic of Üçüncü Sayfa




                                      
           

karışan tayfa

[GÜNÜMÜZ AYDINLARINI ELEŞTİRDİĞİM YAZI - ORAY CALLAHAN EĞİN]

böbreğimin işleyiş şekline karışanlar oldu misal. glomeruler filtrasyon hızımda düşüş varmış.

ben karışırım misal. iyi bir karışanımdır. dur derim ben, akıllı ol, öyle yapma, böyle yap derim. bence öyle-böyle-şöyle yapılmalıysa, yapılmalıdır. çoğu insanın içişlerine karışmamanın temel nedeni, çoğu insanı aptal bulmamdandır. ben çok zekiyim, ironi yapmıyorum, çok zekiyim. ısrarcı bir ironiğim. aptal buluyorum çünkü: ben hepsinden kötü yaşıyorum, onlar gibi iyi bir yaşantım olması için biraz aptal olmam gerekirdi. işin özü ben tavsiye vermem, ben ders vermem, okurum, yazarım, gezerim; seyrederim sonra, acırım insanlara. cahilin elinden tutmam, cahilin eli kolumdan tutar, anlaşamayız. [yukarda yazdıklarımı okurken çok derinlere dalıyorum, aşağılara yazayım biraz da]

okurum, yazarım dedim ya, okuduklarımı anlamış olmaktan utanırım, insanı çaresiz gördüğümde nasıl da utanırım. yazdıklarımdan da aynı şekilde utanırım, korkarım bazen "bunları birisi kendine fikir edinebilir" diye. çok düşünceli olduğumdan korkağım. yoksa ben de biliyorum kadınlar anlaşılmaz. bir de kötü huyum var ki sormayın, anlaşılmayı bekliyorum köşemde. hak ettiğim değeri bana versinler istiyorum, öyle görmezden gelmesinler beni. benden faydalansınlar isterim, övsünler, göklere çıkarsınlar isterim (onlar benle beraber göklere çıkmasın).

insanlardan çekiniyorum, bazen tokatlayasım geliyor birkaçını ama sonra "ya sonra?" diye düşünüyorum, ben "ya sonra?"yı düşünmekten bıktım. evet ya sonra kız bunu terketmiş heh heh hadi hadi. bazen de insanları kırdığımı düşünüyorum, onları küstürdüğümü de düşünüyorum. yoksa bana neden yüz çevirsinler? sahi ben onları bu kadar önemserken, onlar beni neden önemsemiyorlar? dur kendime geleyim, onların beni önemsemediğini de nerden çıkarıyorum anlamıyorum, bu kuşkuculuğum beni öldürecek. neden bu kadar kuşkucuyum? düşünmekten. hemen düşünmekten deyiver zaten.

kimseye karışmıyorum, bazen buna da içerleniyorum. hiçbir fikir beyan etmiyorum, boş tartışmalar diye niteliyorum ve geri çekiliyorum. oysa şunu bile demekten büyük keyif alabilirim: "geçiniz efendim boş tartışmalar bunlar". ısrarla demiyorum, "demek perhizi" uyguluyorum kendime. birden bir tartışmaya katılıp yüzlerce paragraf aynı fikri ısrarla savunmayı o kadar istiyorum ki, sonra bu isteğimden de utanç duyuyorum, insanların neden bu kadar saçma düşüncelere sahip olduğundan dem vurup, yine bir şeylere acıyorum gizliden. kendimi bir şeylere acırken bulduğum zamanlar, acayip rahatsız oluyorum, hemen o insanın yerine kendimi koyuyorum, başkasının yerine utanma erdemini gösteriyorum; yine görmüyorlar bu ince hareketimi, kimse bilmiyor. çok üzülüyorum.



acımanın içinde küçümseme olduğunu biliyorum, acırsam alınırlar diye ifadesiz bir yüzle dolaşıyorum. ilgisiz gibi duruyorum, oysa haberdarım her şeyden, fikirlerim var, düşüncelerim var, bir yerden aşırdığım düşüncelerim bile var, herkesi çok kolay kandırabilirim. bu dürüstlüğüme de kızıyorum, kandırmak istemiyorum kimseyi, onlar sadece kendileri "biliyor" sansın, ben biliyor olmaktan vazgeçeli çok zaman oldu. mesela siyaseti lisede terkettim, "ülkemiz" meselesini hiç masaya yatırmadım, biliyorum çok yanlış şeyler oluyor, farkındayım, belirtmek istemiyorum. haklı veya haksız olduğum kanısına varılmasından korkuyorum, ben ayrışmaktan sıkılıyorum, kendime taraf bulmaktan da sakınıyorum, ben özür dilerim sizlerin taraflarından nefret ediyorum. hiçbiriniz radikal okumuyorsunuz artık, ben ona kızıyorum. bazen şaşırıyorum her bilgiye bu kadar kolay ulaşılabilirken insanların "bilgili" görünmesine. bilgili insanlar istemiyorum ki ben, "yorumcu" istiyorum diyorum, bakıyorlar. ben bilgiden de nefret ediyorum, düşünmeyi önlüyor. ben düşünmekten de nefret edeceğim yakında, görmeyi engelliyor diye.

işte böyle. yani böyle. nasıl böyle olur? eleştirdim bir şeyleri, buna da kızıyorum, neden eleştiriyorum hem de ironik bir dil ile? ironi korkakların sığınağıdır çoğu zaman. ben düşünceli bir korkak olduğuma göre, göndermelerle dolu bir sürü laf edebilirim. mükemmelim. karışmıyorum diyorum ya, en çok da bu şekilde karışıyorum. alaycı bir şekilde karışıyorum, önemsemeyerek, "belirtmeyerek" karışıyorum. tepkisiz kalarak da karışıyorum, bilgili insanlar sizden kurtuluş yok. deneyimli insanlar sizden de kurtuluş yok, deneyimlerinizle kapı komşu olmak istemiyorum. eski sevgilinizi hiç merak etmiyorum. şu an ne düşündüğünüzü çok merak ediyorum ama, işte bu noktada gerçekten karışmak istiyorum iç sesinize. sizi hep bir şeyler öğrenirken buluyorum, depoluyorsunuz bir şeyleri, hiç yaşamadığınız şeyleri hem de, buna kızmamı saçma bulmayın lütfen. ben yaşamadığım ama bildiğim şeyleri ciddiye almıyorum. sizi de yaşamadım, sizi de ciddiye almıyorum. en sevdiğim kitap aylak adam. pink floyd dinliyorum. çok yaşındayım, iyi sıfatlıyım, bilgiliyim, görgülüyüm, okur yazarım. birtakım özelliklerim var bunları belirtmek istiyorum, merhaba beni bu şekilde tanımanızı istiyorum. bilgiliyim ben. eski sevgilimle de çok bilgili olduğumdan ayrıldım, o "bilmiyordu". ah.

deneyimle karışmak istediniz. orda durunuz. bilgiyle karışmak istediniz. orda da durun. beni bir kişi dinledi, o da yanlış dinledi. deneyimlerinizle dinlemeyiniz, dünyanın en bilindik hikayesini kendimce anlatacağım, ne olur beni doğru anladığınızı sanmayınız, tavsiye istemiyorum, sadece dinleyiniz. çok yaşındayım, dinlenmek istiyorum sadece. ne olur benim farklı olduğumu düşünmeyin (sıradan olduğumu düşünün hoşuma gidiyor), ne olur benim sıradan olduğumu düşünmeyin (farklı olduğumu düşünün hoşuma gidiyor). ben çok biliyorum ve farklıyım lütfen, "farklıyım"a çalıştım bunca sene, farkım nedir diye sorarsanız "farklıyım". yani anlatabildim mi? yani yine anlatamadım değil mi? -paragraflar boyu aynı fikri savunmak istediğimi anlamadınız mı?-

(bence) hiçsiniz. (bence) çok şeysiniz ama hiçsiniz. yani (bence) çok şey olmak isterken hiç olansınız. her yerdesiniz ama hiçbir yerdesiniz (şark islam klasiklerini okurum ara sıra hep "büyük laflar" ederler, oysa onlar da "insan"). abdullah bin zeyl anlatıyor: "adamın biri taşa tekme atar", beriki sorar "taşa hiç tekme atılır mı?" diye. adamın biri cevaplar "ama taşı tekmelemeyi düşünebiliyoruz değil mi?" der. beriki gödolur. kıssadan hisse hep birileri göt olur doğuda.

bak iyi yazdım iyi. çemkirdim, alay ettim, eleştirdim, komiklik bile yaptım (ama anlamazsınız -ünlem var burda), her şeyi yaptım, ama hala insanım. ben en çok buna şaşırıyorum, her şeyi yapıyorum, hala para ile bir şeyler satın alıyorum. hala bir kadını delice seviyorum, oysa her şeyi biliyorum ben(ünlem), üstelik ironik bir üslubum var. vah bana, vahiyler bana. söyleyiniz ben nasıl bir insanım? (bence) sen olmamış bir insansın, kafan karışık, hayatında bazı şeyler iyi gitmiyor, tipsizsin, asosyal de olabilirsin. ne bileyim şimdi seni tam olarak anlayamadım ben, deneyimlerim beni yanıltmıyorsa. deneyimlerin seni de beni de yanıltıyor, bilgilerin de gerçek hayatta hiçbir işime yaramıyor, belki de yarıyordur, ne bileyim birden kafam karıştı -ben dememiş miydim senin kafan karışık diye-. sen dememiş miydin? queen of all my dreams. ben bir tek comte de lautréamont'a şaşırıyorum, bu nasıl isim?

eğer yanlış bilmiyorsam... (çok yanlış şeyler biliyorsun)

Durumum Cidden Çok Komik


[BİR ZAMANLAR YAZDIĞIM VE GEÇERLİLİĞİNİ KORUDUĞUNU DÜŞÜNDÜĞÜM YAZI - ÇETİN CALLAHAN ALTAN]
ya bi de bu var di mi? insan kendi durumuna komik diyebiliyor. asdfasd. komiğim komik. yazı efekti olarak komik değil, içerden bi yerden komik hakkaten. geçen çocuklarla konuşuyoruz “ya acınacak durumdasın, şu haline bak, yemek ye bari, yemek yemek önemli bir mesele, yemek yemeyen erkekleri kadınlar sevmez” dediler. rock müzisyenlerindeki anoreksiyaya dikkat çektim, en beğenilen erkekler onlar dedim. kendimi savundum, da savunasım yoktu. yemek yedim.
çevremdeki insan populasyonu dengeye ulaştı. biyolojide populasyon dengesi var, biliyoruz, işte dengeye ulaşan populasyonda doğumlar ve ölümler dengeli olur, yiyecek sıkıntısı olmaz. benim çevremdeki insanlar da dengeye ulaşmışlar, takdir ediyorum, ya şeyi anlatmaya çalışıyorum, sıkıştım kaldım lan. bak bir yere gidemiyorum, kimseye gidemiyorum, fakülteyi bırakmayı düşündüm, böyle yeni çevre yapmak için, sıkılırsam orayı da bırakırım diye düşünüyordum ki, bu gereksiz bir döngü olur diye sinirlendim.
durumum şöyle komik. yine arayışa geçtim. bu bence kötü bir süreç. bu arayış hiç iyi değil, tüketmişim demek ki her şeyi. bak o kadar tüketiyorsun, üretim adına sıfırsın. bu arayışların hepsi bundan. kafam çok karışık ya : (((( aslında çok çok karışık, ne yaptığımı bilmiyorum : ((((
ya bunları da kimseye anlatımıyorsun ha. bu da var. düşünüyorum, böyle oturmuş birilerine “ya olm ben çok acı çekiyorum, otur beni dinle piçççç” diyemiyorum. fena bir ketumluk hasıl oldu. asfdjafsd şu an bile içine düştüğüm durumdan uzaktayım, başka yerlere çekip, sarkastiğe bağlıyorum iyice. esaslı bir iç geçiremiyorum. düz yazı yazamıyorum mesela :((
dur be quote da vereyim “ümit işkenceyi uzatır”. işte oluyor, tam manasıyla kendi komik durumumu anlatamıyorum, daha önce denenmiş ve kritiği yapılmış kendini ifa etme şekillerine gelemiyorum, aNgel_Of_DARKness’ın kendini ifade edişine iç geçirsem de onu küçümsemekten kendimi alamıyorum. ben kendimi ifa ettiğimde, takdir edilmeliyim, hayran olunmalıyım, şeklimi koymalıyım, alışılmışın dışına çıkmalıyım. bu zorunluluk değil, kendini açık etme’nin her türlüsünün parodisini yapmış olmamdan dolayı. ben de biliyorum “canım hiçbir şey yapmak istemiyor” demeyi ama bunu çok daha vurucu yapmayı planlamaktan, canımın sıkıldığını hep es geçiyorum. kendi can sıkıntımı bile estetiğe sarıp sarmalıyıp, bir şeye dönüştürme çabasına giriyorum. ince hastalığa tutuldum hakkaten, “entelektüel hastalığı” diye bi tabir vardı 70lerde yazılmış bir kitapta ajdfsafjad, bak o olabilir. fakat o da olamaz, o “sürekli muhaliflik durumu”nu anlatıyordu, ben muhalif değilim, asdjfsa, sanırım ben şu an kendi bulanımım tarafından konuşturuluyorum, bu konuşma da imdat çağrısı. heeee.
bi de bayağılık olarak nitelendirilen aşırı duygusallık -duygu sömürüsü- gibi şeyler var. onlara da gelemiyorum, tam diyorum doygunluğa ulaştım, işte şimdi anlatabilirim, şimdi her şeyi açık edebilirim, dikkatimi bir şey dağıtıyor, o da “kanka boşver yaaaaaaaaa” gibi zottirik bir ifade bile olabiliyor. dikkatim kendi doygunluğumu dağıtıyor, böyle başka bir bad tribe giriyorum, o da şu “ya bu sikikler sanırım beni anlayacaklarını sanıyorlar” diyorum asdfaf. ya anlatayım da siz anlamayın istiyorum, anladığınızı geciktirin, ya da geçiştirin böyle yormayın beni, çözümleme yapmayın; sadece konuşayım ve bitsin. ben konuşayım ben zaten konuştuklarımla tedavi ederim kendimi ://// 
bak bu sıkıntı patlaması en çok uzun süre biriyle takılınca oluyor, uzun süre birinin samimiyetini kazanma çabasından sonra, onun hala aynı duruşu sergilemesiyle ortak bir dil oluşturamamak gibi bir engel kendini oluşturuyor, o engeli aşabilmek, iletişimi hızlandırmak çabasına yenik düşüyorsun. tam olarak bir insana “senin ağzına sıçayım” deme samimiyetine eriştiğinizde, o insanın hala kendini sizden kaçırdığını görüyorsunuz. alınıyor, ya da o yakınlığı reddediyor, ben buna çok üzülüyorum lan : ((( vallahi, ben bu gibi engelleri aşamadığımdan çoğu insana hala “merhaba nasılsın?” diyorum. asdfjasfd. bana merhaba nasılsın diyen insanlar anormaldir, bu konuda bir çıkarım yaptım.
bizim jenerasyonda bir hamlık var. bu benim komik durumumun da en büyük sebebi. yukarıda kendini ifa etmekte yaşadığım sıkıntının kaynağı da bu. kaldı ki ifa edemiyorsun, nasıl ifşa edeceksin? ya bakın garip garip insanlar türedi asfjdsa. bu insanları anlattığım anda, ben de çözüleceğim, açılacağım, ya cidden bu insanları anlattığım gün ben mutlu azınlığa gireceğim : ))) [bu genellemeci tavırda çok rağbet görüyor, kendini başkaları üzerinden anlatım tekniği, dünyanın genel sosyal eğilimlerinden falan kendini düze çıkarma girişimi, entelijansta çok moda olsa da benim gibi doyumsuzlar tarafından gerçekten uzaklaşmak, 'çarpıtılmış ben analizi' olarak ele alınıyor. ben böyle anlıyorum]
ya demin kıvrandım durdum, asdfasdf, kıvrandım durdum da sonuç olarak bir şey anlatmadım. çünkü anlatacak kötü kadar durumda değilim, büyük ihtimalle durumum daha da kötülüeşirse, -gülmekten ölürsem-, o zaman bir şeyler çıkacak ortaya. ama şimdilik bir semptom yakaladım, onun üzerine konuşmalar yapmak benim en doğal hakkım. kimse beni “bize ne senden” diye durdurmaya kalkamaz.
bir şeylere temas ediyoruz, işte bunun adı acı, utanç, progresif karışık kaset olabilir, fakat temas ettiğimiz şeyler tarafından başkalarınca konuşulmuyoruz. işte, sikenimiz yok afedersin. ciddi anlamda bize ilişen, kavga gürültü çıkartan, bizi süründüren insanlar yok; ya zararsızız ya da üst düzey psikopatlarız. zararsız olduğumuzu düşünmek şu an için saçma, çok can yakmış olabiliriz afsjafsad. bazen bakıyorum, kimse kimseye giydirmiyor, herkes çıplak dolaşıyor. işte, kavgasız gürültüsüz sıkıcı bir hayatımız var, yahu kimseye karışmıyoruz sanırım, sevgi kelebekleri gibi insanlarız. mesela bana çevremde “umursamaz” yaftasını yapıştırdılar, ya lütfen ben bundan rahatsız olmaya başladım, gittim birkaçının sorunlarıyla yakından ilgilendim. sonra bana yalaka piç, yalnız kaldın ondan geldin değil mi falan dediler. tabii öyle demeleri gayet normal asfdkafda.
kavga isteği/eksikliği gerçekten büyük sorun. bazen çetrefilli bir rakip istiyorsun, ona giydirmek, ağzını kırmak, düşüncelerini harap etmek, rezil rüsva etmek istiyorsun. çünkü bu pasif durum insanı sinirli yapıyor. asabiyet başlıyor, asabiyet geldiğinde tüm sıkıntılar gitmiş olmalı. lütfen.
durumum daha da komik bir hal alınca sizleri haberdar edeceğim. şimdilik arayışlarımı sürdürüyorum, yakın zamanda size şu geyiği yapabilirim “aga goa’ya gideceksin, takılacaksın işte”. o geyiği yapmadan önce iyice saçmalamak isteyebilirim asfdjaf, o geyik yapılmasın lütfen.