gariban bir rüya görüyordum. rüyamda acıkmıştım. uyanırım böyle rüyalar gördüğümde, uyandım. mutfağa girdim. yarı sersem bir şeyler atıştırdım. su içtim. yatağa döndüm. gece saat 5. tekrar uykuya daldım.
karaltılar ve bir köy. bir kale ve yıkılmış. tepesinde sınıftan bir arkadaşımla oturuyoruz. kale öyle merkezi bir yere yapılmış ki çevredeki diğer tüm yerleşim merkezlerini görebiliyoruz. bir nevi panaptikon. bir köy var, kaleden bakınca iki tepenin arasında birkaç çatısı görülebilen evleri var. saçtan yapılmış çatılar gün ışığıyla göz alacak şekilde parlıyor. köyü arkadaşıma tarif ediyorum: "bu köy diğerlerinden farklıdır. burdaki köylülerin mezhebi ve yaşayış şekilleri farklıdır. diğer köylerle pek iletişimleri yoktur. birkaç kez yakılmıştır bu köy. ama insanları gayet mutludur". arkadaşım sebebini bilmediğim bir şeyi başıyla onaylıyor, bir şeyler söylüyor anlamıyorum ama hemfikir olduğumuzu hissediyorum. kaleden iniyoruz, rüyanın ilk bölümü bitiyor.
üç iskelet, siyah pelerinleri var. yüzleri karanlık, sadece ağızlarını görebiliyorum, dişleri yok. aralarında bir adam var, beyazlar giymiş. adamın etrafını saran bir çemberden gökyüzüne doğru ışıklar yükseliyor. adamın yüzünü göremiyorum. iskeletler adamın önünde eğiliyorlar, adam aralarından geçiyor ve ışıktan çemberiyle bana doğru yürüyor. gökyüzü kararıyor ve bir gürültü oluyor, bir şarkı çalıyor, şarkıyı biliyorum. the trial'ın "tear down wall!" kısmı söyleniyor birileri tarafından. şarkı bittikten sonra gün aydınlanıyor. adamın isa olduğunu anlıyorum. isa'nın etrafı bir anda kalabalıklaşıyor. yüzlerini göremediğim ve sadece karaltıdan ibaret kadınlı erkekli bir sürü insan isa'nın yanında kaygılı bir şekilde duruyorlar. isa bana dönüyor, net bir şekilde duyabildiğim bir sesle: "sabahları güzel oyunlar oyna. (david gilmour'un sesiyle) into the shining sun diyor -coming back to life'tan-". ben isa'ya bakıyorum sadece. etrafındaki insanları ve ışık çemberini seyrediyorum. acayip hüzünleniyorum. isa'ya: "bu insanlar... yani bu insanlar?" diyorum ve o insanlardan birinin yüzü aydınlanıyor. işte tanıdığım bir insan. kaşlarını çatmış bana bakıyor, gözlerimi kaçırıyorum. yanıma geliyor: "evet bu insanlar, o insanlar" diyor. gülüyor. isa ifadesiz bir yüzle duruyor ama güldüğünü görüyorum.
isa tekrar konuşmaya başlıyor "uykular ağır basıyor. akıl uyursa... ya gözler gördüklerinden esnerse? ölüler sigara içmez biliyorsun. uykular topal bir adamdır". ne demek istediğini hiç anlamıyorum, incil'i okurken de birçok yeri anlamayaşımı hatırlıyorum. isa'nın söylediklerini not defterime yazıyorum. isa ve çevresindekiler gidiyor, çatık kaşlı benimle kalıyor. rüyanın ikinci kısmı bitiyor.
rüyanın bu kısmı çok sembolik asjfdasf. avangart bir rüya.
çatık kaşlıya adını soruyorum "olur" diyor. adım olur diyor. çatık kaşlı bir androjin. ben seksensekizden geliyorum diyor. neresi orası diyorum, "bir elyaf ülkesi" diyor. çatık kaşlı önüme düşüyor ve beni bir yere götüreceğini söylüyor. ural dağlarına geliyoruz. gayet yüksek ve doruklarında kar olan bir tepeye çıkıyoruz. tepenin üstünde ahşaptan bir gemi var. geminin yelkenleri mukavvadan. gemiye biniyoruz. gemi bomboş fakat içinden fısıltılar geliyor. çatık kaşlı "merhaba solucanlar" diyor. irkiliyorum. solucanlar çıkıyor her bir yerden. solucanların liderini tanıyorum, diğerlerinden daha baskın ve halka sayısı diğelerlerinden üç tane fazla (bkz: halkalı soluncanlar). çatık kaşlı beni kolumdan tutuyor, gel diyor seni kaptanla tanıştıracağım. kaptanın yanına gidiyoruz, çatık kaşlı arkamda kalıyor. kaptan: "elimizde çok değerli bir şey var. onu gökyüzünden kazıdık spatulayla" diyor. nedir o diye soruyorum. kaptan: "yirmibirinci yüzyıl" diyor. diğer tüm solucanlar oldukları yerden zıplamaya başlıyor. ritimli bir gürültü oluyor. kafamı kaldırıp gökyüzüne bakıyorum duvardaki boyayı kazıdığımızda duvar nasıl çirkinleşiyorsa aynen öyle bir görüntü. solucanlara acayip kızıyorum. çatık kaşlı kolumdan tutuyor, beni sakinleştiriyor. çatık kaşlı bana "seni fince seviyorum" diyor. çatık kaşlı'ya "ismi olur olan biri beni sevemez fince" diyorum. kaptan bağırıyor. elimizdeki bu değerli şeyi görmek istemiyor musun diyor.
yirmibirinci yüzyılı gösteriyorlar bana. bildiğin deniz kumu. kaptan kumu avcuna alıyor, rüzgara karşı savurmakla tehdit ediyor beni. olur hemen araya giriyor, kaptana yalvarıyor. kaptan kumu bir avcundan diğer avcuna boşaltıyor. yavşakça sırıtıyor. ne istiyorsun diyorum kaptana. olur'unu bırak bize diyor. bir an "bu işin oluru yok" diyorum. kaptan basıyor kahkahayı. sonra anlıyorum espriyi. haha! diye gülüyorum. sonra olur'u bırakmayı kabulleniyorum, olur birkaç damla gözyaşı döküyor. kaptan kumu avcuma bırakıyor. gemiden ayrılıyorum. yüksekçe bir yere çıkıp, rüzgarı arkama alıp kumu gökyüzüne savuruyorum. kafamı kaldırıp göğe bakıyorum, bulutlar ve mavilik. olduğum yere oturuyorum. göğe bakıyorum.
sonra da uyandım. hala şaşkınım.
1 yorum:
sığ yaşantına dayanamayan bilinçaltın sana böyle bir oyun oynamış işte, oh iyi olmuş :)
Yorum Gönder